Orjinal Adı: Dastanha-i Bihar’ul-Envar
1. Cild
Orjinal Adı: Dastanha-i Bihar’ul-Envar
Derleyen: Mahmud NASIRİ
Çeviren:
Fahrettin ALTAN
Yayınlayan:
İmam Ali (a.s) Kuruluşu
1.
Baskı 1999
Sıtare
Mabaası
Tiraj:
3000
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
İmam Ali (a.s) Kuruluşu
İran-Kum P.K. 37185/737
Tel (0251) 743996
Fax: 743119
İthaf...
Bu kitaptan elde edilebilecek olan
sevapları, nur denizleri ve hidayet meşaleleri olan “On Dört Masum”a (a.s) ve
onların mektebini daha iyi tanımak ve o mektebe hizmet yapmak amacıyla yirmi üç
yıl boyunca oğlundan ayrı kalmaya sabreden ve bu sabır neticesinde oğlu
tarafından Ehl-i Beyt mektebine hizmetlerin ürününü görerek büyük bir aşkla o
eserlerden yararlanan ve ömrünün son günlerinde de İmam Rıza ve bacısı Hz.
Masume (a.s) ve diğer İmamzadeler’in ziyaretlerine nail olan aziz babam Meşhedi Salman (r.a)’in ruhuna ithaf
ediyorum...
ÖNSÖZ
İnsan
bazen Kur’ân, bazen dua, bazen akaid, bazen şiir... bazen de hikaye okumak
ister. Hikayeler içerisinde en güzel ve doğru olan, Kur’ân ve hadis
kitaplarında geçen hikayelerdir. Eğer hikayeler Ehl-i Beyt’ten ve de onlarla
ilgili olursa o zaman daha çok cazibeli ve şirin olur. Kur’ân ve hadislerde
geçen kıssaların hepsi öğüt ve ibret vericidirler. Bu çeşit kıssalarda
gerçekten hisseler vardır.
Bu
zamanda halkımız genellikle ilmi kitaplar okumaya fazla rağbet göstermiyorlar;
çünkü ilmi kitaplar, bir takım ıstılah ve terimler içerdiğinden dolayı ağır ve
yorucu oluyorlar. Ama kıssa ve hikayeler öyle olmadıklarından dolayı normal
insanlar daha çok o çeşit kitaplara rağbet ediyorlar.
Her
dalda bizim çeşitli kitaplarımızın olması gerekir. Çünkü insanlar çeşitli huy
ve tabiatlara sahiptirler. Herkes tefsir, akaid veya felsefe okumak istemiyor.
Mesleğine göre, ihtiyacına göre, tabiatına göre, canı istediği dalda kitap
okumak ister. Biz, kıssa okumak isteyen kardeşlerimiz için çeşitli hadis ve
rivayetlerden derlenerek en güzel bir şekilde hazırlanmış olan ve daha çok
Ehl-i Beyt’le ilgili öyküleri içeren Bihar’ul- Envar Kitabının Hikayeleri adlı
eseri seçip, onu tercüme etmeğe koyulduk. Elhamdulillah çok kısa bir zamanda
onun birinci cildinin tercümesini yapıp bitirdik; inşaallah en yakın bir
zamanda onun diğer ciltlerini de tercüme edip kardeşlerimizin istifadesine
sunacağız.
Sayın
hocamız Mahmud Nasiri, Bihar’ul- Envar kitabı hakkında yeterince bahsettiğinden
dolayı biz bu kitap hakkında bir şey söylemek istemiyoruz; sadece şunu demek
isterim ki, Bihar’ul- Envar kitabı, gerçekten ismine layık bir kitaptır. Bu
kitaptan istifade edebilecek bir kimse, diğer kitaplara sahip olmasa da kitap
açısından zengindir. Bu kitap dört yüz kitabın birleştirilmesinden meydana
gelmiştir. Kitabın müellifi Allame Meclisi (r.a) pek çok yerlerde nakledilen
sözler hakkında kendi görüşlerini de belirtmiştir.
Allah’tan dileğimiz, Ehl-i
Beytin söz ve maariflerinin halkımızın içerisine bundan daha fazla girmesi ve
onlarla amel edilmesidir. Allah Teala bizleri, bu aileye hizmet edenlerden
kılsın ve kıyamet günü bizleri onlardan ayırmasın inşaallah. Allah’ım, bu
çalışmalarımızı bizlerden kabul et ve Ehl-i Beyt mektebini en yakın bir zamanda
İmam Mehdi (a.s)’ın zuhuruyla bütün dünyaya hakim kıl. Amin!
Fahrettin Altan
MÜELLİFİN ÖNSÖZÜ
Bihar’ul-
Envar kitabının hikayeleri, gerçekte o değerli kitabın en okunaklı ve eğitici
bölümlerindendir. Bu kitabın ilmi ve manevi içeriği insana gerçekten onun “Nur
Denizleri” isminin derin manasını çağrıştırmaktadır.
Merhum
Allame Muhammed Bakır Meclisi (r.a) Hicri-Kameri 1037 yılında İran’ın “İsfahan”
şehrinde gözlerini dünyaya açtı. Merhum Allame, Şia’nın en büyük hadis
mecmuasını tedvin etmiştir, İslam ve Şia alemine bir ömür boyu büyük hizmetler
yaptıktan sonra 73 yaşında bu dünyadan göçmüştür.
Allame
Meclisi takvalı ve İslami adaplarla eğitilmiş bir fert, sürekli dini ve ibadi
meclis ve merasimleri ihya eden bir şahıs olarak tanınıyordu. O şanı yüce
alimin Safevi devletinde ve halk arasında o kadar büyük bir otoritesi olmasına
rağmen dünyevi taallukattan (tutkunluktan) uzak durmuş, tevazu, maneviyat ve
mükemmel bir takvayla yaşamıştır.
Allame
Meclisi (r.a), bütün İslamî ilimlerde, örneğin: Tefsir, Fıkıh, Usul, Tarih,
Rical ve Diraye dallarında kendi zamanının seçkin alimlerinden sayılıyordu.
Hadaik kitabının müellifi gibi bazı kimseler onu, ilmi şahsiyet açısından İslam
tarihinde eşsiz bir fert olarak bilmişlerdir.
Muhakkik
Kazimî, “Makabis” kitabında şöyle yazıyor:
“Merhum
Meclisi, fazilet ve sırlar kaynağı, hekim bir şahıs ve... nur denizinde bir
dalgıç idi; onun gibi birisini zaman görmemiştir.
İşte
bu fazilet ve özelliklerinden dolayıdır ki, Allame Bahr’il- Ulum ve Şeyh Ensari
ona “Allame” lakabını vermişlerdir.
Allame
Meclisi’nin akli ve nakli ilimlerdeki bilgisinin ne derecede yüksek olduğu,
onun değerli eser ve kitaplarına göz attığımız zaman iyice anlaşılmış olur.
Az
önce değindiğimiz gibi “Bihar’ul- Envar” kitabı Şia’nın en büyük hadis
kaynaklarından biridir. Bu kitap, İslamî maarif ve bilgilerin büyük bir
ansiklopedisi hükmündedir.
Bu
değerli kitapta merhum Allame Meclisî tüm hadis ve rivayetleri özel bir tertip
ve tanzim ile bir araya toplamıştır. Bu çalışmalarında kendi zamanının alim ve
talebelerinin yardımlarından da faydalanmıştır. Allame Meclisi mezkur kitabın
tedvini için ülkenin çeşitli yörelerinden gerekli olan bir çok kaynaklar
toplamaya başlamış ve bu yol uğrunda elinden gelen gayreti sarf etmiştir.
Bihar’ul-
Envar kitabının asıl mevzusu hadis, peygamberlerin yaşam tarihleri ve Masum
İmamların (a.s)hayatlarıyla ilgilidir. Hadisleri tefsir ve şerh ederken, pek
çok fıkhi, tefsiri, kelami, tarihi, ahlaki vb. kaynaklardan yararlanmıştır.
“Bihar’ul-
Envar” kitabı şimdiye kadar defalarca çeşitli şekillerde basılmıştır. Bizim bu
mecmuadaki esas aldığımız nüsha, son zamanlarda yüzon cilt olarak Tahran’da
basılan nüsha olmuştur. Bu değerli kitap, şimdi bilgisayar programı şeklinde
disketlerde de mevcuttur. Bu kitaptan faydalanmak isteyenler, istedikleri
hadisi veya mevzuyu kolayca elde edebilmeleri için bu yeni imkandan da faydalanabilirler.
Yazar,
uzun yıllar boyunca bu nurlu kitabın hikaye ve yararlı sözlerinden yararlanmış
ve onları dini kardeşlerine aktarmaya da gayret göstermiştir. Bu kitap Arapça
olduğundan dolayı değerli kardeşlerimizin pek çoğu onun güzel ve içerikli
sözlerinden yararlanamıyorlar. İşte bundan dolayı onun değerli ve tatlı
hikayelerini “Bihar’ul- Envar’ın Hikayeleri” başlığı altından (Farsça’ya)
tercüme etmeye teşebbüs ettik ...
Bu
mecmuanın hikayeleri üç bölümde tedvin edilmiştir:
Birinci
bölüm: On Dört Masumun (a.s)’dan Hikaye ve Rivayetler.
İkinci
bölüm: Nükteler ve Sözler.
Üçüncü
bölüm: Peygamberler ve Geçmiş Ümmetler.
Şunu
da hatırlatmak gerekir ki, bu hikayeleri tercüme ederken, konunun daha iyi
anlaşılır ve çekici olması için emanete riayet ederek serbest bir tercüme
yöntemine başvurduk. Bu alandaki çalışmalarımızda bazen mevcut tercümelerden de
yararlandık.
Bendeniz,
bu kitabın hikayelerinin tercüme ve anlatımında hiçbir eksikliğin olmadığını
iddia etmiyorum. Bu ve sonraki ciltlerin eksikliğini gidermedeki değerli
önerilerinizi bize ileterek bu kitabın daha güzel bir şekilde halkımızın
istifadesine sunulması için yardımınızı bekliyoruz.
MAHMUD NASİRİ
Bir gün
Resulullah (s.a.a) gülümseyerek göğe bakıyordu, bir adam Hazretin gülmesinin
sebebini sorunca Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular: “Evet göğe bakıyordum,
iki melek, kendi yerinde ibadetle meşgul olan mümin bir kulun gece gündüz
yaptığı ibadetlerinin mükafatını yazmaları için yeryüzüne indiler, fakat onu,
hasta olduğundan dolayı ibadetgahında bulamayınca göğe çıkıp Hak Teala’ya şöyle
arz ettiler: “Ey Rabbimiz! Biz o mümin kulun ibadetini yazmak için her zamanki
gibi onun ibadetgahına gittik, fakat onu orada bulamadık, hasta yatağına düşmüştü.”
Allah-u
Teala, o meleklerin cevabında şöyle buyurdu: “O mümin kul, hasta yatağında
olduğu sürece, her gün ibadetgahında olduğu zaman ona yazdığınız her günün
sevabı miktarınca ona sevap yazın. Hasta yatağında olduğu müddetçe onun hayır
amellerinin mükafatı bana aittir; onun mükafatını ben vereceğim.”
Hz. Ali (a.s) şöyle
buyuruyor: “Bir gün Resulullah (s.a.a) istirahat halinde idi. Oğlu İmam Hasan
su istedi. Resulullah (s.a.a) de bir kaba biraz süt sağıp onu Hasan’a (a.s) verdi.
Hüseyin (a.s) bu durumu görünce sütü almak için yerinden kalktı. Ama Resulullah
(s.a.a) ona mani olup sütü Hasan’a verdi. Bu durumu görünce şöyle dedim: “Ya
Resulellah! Güya Hasan’ı daha çok seviyorsun” Resulullah cevaben buyurdular ki:
“Hayır öyle değildir. Benim Hasan’ı savunmamın sebebi, öncelik onun hakkı
olduğu içindir. Çünkü O, daha önce su istemişti, sıraya riayet etmek gerekir.”
Resulullah
(s.a.a) bir gece zevcesi Ümmü Seleme’nin evinde idi. Gece yarısı uykudan kalkıp
evin karanlık bir köşesinde dua ve ağlamakla (Allah’a yalvarıp yakarmakla)
meşgul oldu. Ümmü Seleme, Resulullah (s.a.a)’ı yatağında görmeyince kalkıp onu
aramaya koyuldu. Bir de baktı ki Resulullah (s.a.a) evin karanlık bir köşesinde
durup ellerini göğe kaldırmış, ağlayarak Allah’a şöyle yalvarıp yakarıyor:
“Allah’ım!
Bağışladığın nimetleri benden esirgeme. Beni, düşmanların bana gülme vesilesi
kılma, kıskançları bana musallat etme.
Allah’ım!Beni
kurtardığın kötülük ve çirkinliklere geri çevirme.
Allah’ım!
Beni hiçbir zaman ve hiçbir an kendi başıma bırakma; kendin beni her şeyden ve
her afetten (beladan) koru.”
Ümmü
Seleme Resulullah (s.a.a)’in bu durumunu görünce ağlayarak kendi yerine döndü.
Resulullah (s.a.a) Ümmü Seleme’nin ağlama sesini duyunca, ona doğru gidip
ağlamasının sebebini sordu.
Ümmü
Seleme şöyle dedi:
“Ya
Resulellah! Senin ağlaman beni ağlattı. Sen neden ağlıyorsun? Siz Allah katında
olan onca büyük makam ve yakınlığınıza rağmen Allah’tan böyle korkuyorsunuz,
Allah’tan bir an bile sizi kendi başınıza bırakmamasını istiyorsunuz, o halde
vay bizim halimize!”
Resulullah
(s.a.a) onun sözüne karşılık şöyle buyurdular:
“Nasıl
korkmayayım, nasıl ağlamayayım, nasıl kendi akıbetimden korkmayayım, nasıl
kendi makam ve mevkime güveneyim! Oysa ki Allah Teala, Hz. Yunus’u bir an
kendi haline bıraktı ve onun başına gelmemesi gereken şey geldi!”
Ümmü
Seleme şöyle diyor:
Peygamber (s.a.a)’in huzurunda idik. Meymune isminde
olan hanımlarından birisi de orada idi. Bu esnada âma (kör) olan İbn-i Ümmü
Mektum Resulullah’ın huzuruna geldi. Resulullah (s.a.a) bana ve Meymune’ye;
“İbn-i Ümmü Mektum’un karşısında hicabınızı (kendinizi) koruyun.”
Ya
Resulellah o âma değil midir, hicaplı olmamızın ne anlamı vardır? dediğimizde
de şöyle buyurdular:
“Siz
de mi körsünüz? Siz onu görmüyor musunuz?”
İmam
Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
“Sa’d
bin Muaz’ın ölüm haberini Resulullah (s.a.a)’e verdiklerinde, Hazret kalkıp
ashabıyla birlikte onun evine gittiler. Resulullah’ın emri ile Sa’d’a gusül
verdiler. Gusül ve kefenleme işleminden sonra onu bir tabuta bırakıp defnetmek
için kabristana götürdüler.
Cenazeyi
teşyi ederken Resulullah (s.a.a) yalın ayak ve abasız hareket ediyordu, kabrin
yakınına ulaşana dek bazen tabutun sağ bazen de sol tarafını tutuyordu.
Resulullah (s.a.a)’in bizzat kendisi kabrin içine girip cenazeyi kabre bıraktı;
taş, tuğla ve diğer şeylerin getirilmesini emretti. Daha sonra mübarek
elleriyle cenazenin üzerini kapatıp onun üzerine toprak döktüler.
Bu
esnada Sa’d’ın annesi kabrin kenarına gelerek şöyle dedi: “Ey Sa’d ! Cennet
sana kutlu olsun.”
Resulullah
(s.a.a) bu sözü ondan duyar duymaz şöyle buyurdular: “Ey Sa’d’ın annesi !Sus!
Allah adına bu kadar kesin ve yakin ile konuşma. Şimdi Sa’d kabir azabına duçar
olmuştur ve bundan dolayı eziyet görür.”
Daha
sonra kabristandan geri döndüler. Hz. Peygamber’le birlikte olan halk şöyle
dediler: “Ya Resulellah! Sa’d için yaptığın işleri şimdiye kadar hiç kimse hakkında
yapmamışsınız. Ayak yalın, abasız onun cenazesini teşyi ettiniz; tabutun bazen
sağ bazen de sol tarafından tutuyordunuz !”
Resulullah
(s.a.a) onların cevabında şöyle buyurdular:
“Melekler
de abasız ve ayakkabısız idiler; ben de onlara uydum, elim Cebrail’in elinde
olduğundan dolayı o tabutun neresinden tutuyorduysa ben de o tarafından tutuyordum.”
Halk
bu sözleri duyunca şöyle dediler:
“Ya
Resulellah ! Sa’dın cenazesine namaz kıldınız, mübarek ellerinizle onu kabre
bıraktınız, kabri kendi elinizle düzelttiniz, yine de kabir Sa’d’ı sıktı mı
diyorsunuz?”
Resulullah
(s.a.a) cevaben: “Evet, kabir azabına duçar oldu. Çünkü o, evinde kötü ahlaklı
idi, kabir azabı bundan dolayı idi.”
Hz.
Ali (a.s), Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) tarafından O’na bir gömlek almak için
Pazara gitmekle görevlendi. Hz. Ali (a.s) da pazara gidip oniki dirheme bir
gömlek alarak eve döndü.
Resulullah
(s.a.a)- “Bu gömleği kaça aldın?”
Hz.
Ali- “Oniki dirheme.”
Resulullah
(s.a.a) - “Bu gömleği öyle sevmiyorum, bundan daha ucuzunu istiyorum. Acaba
satıcı bunu geri almaya hazır olur mu?”dedi
Hz.
Ali (a.s) şöyle diyor: Gömleği alıp çarşıya döndüm, Peygamber’in isteğini
satıcıya ilettim, satıcı da kabul etti. Parayı alıp Peygamber (s.a.a)’in yanına
döndüm. Bir gömlek almak için Resulullah (s.a.a) ile birlikte Pazara doğru
hareket ettik. Yolun yarısında Resulullah (s.a.a)’ın gözü, ağlayan bir cariyeye
ilişti. Resulullah (s.a.a) onun yanına gidip; “Neden ağlıyorsun?” diye sordu.
Cariye cevaben şöyle dedi. “Ev sahibi bana dört dirhem verdi, bir şeyler almak
için beni çarşıya gönderdi. Fakat ben parayı nasıl kaybettiğimi bilemiyorum,
şimdi eve dönmekten korkuyorum.”
Resulullah
(s.a.a) on iki dirhemden dört dirhemi cariyeye verdi ve “İstediğin şeyleri al
ve eve dön” diye buyurdular.
Resulullah
(s.a.a) Allah’a şükredip pazara doğru hareket etti, pazardan dört dirheme bir
gömlek alıp giydi. Eve döndüğünde, yol üzerinde bir çıplağı görünce gömleğini
çıkarıp ona verdi. Kendisi tekrar çarşıya geri döndü, yine dört dirheme bir
gömlek alıp giydi ve eve doğru hareket etti. Yolun yarısında yine aynı cariyeyi
üzüntülü ve şaşkın bir halde gördü. Bunun üzerine; “Neden evinize gitmedin?”
diye sordu.
Cariye-
Ya Resulellah, gecikmişim, beni dövmelerinden korkuyorum.
Resulullah-
“Gel birlikte gidelim, evinizi bana göster ben affetmeleri için aracı
olurum.”dedi.
Resulullah
(s.a.a) o cariye ile birlikte yola koyuldu. Evlerine yetiştiklerinde cariye;
“İşte bu bizim evdir” dedi.
Resulullah
(s.a.a) kapının arkasından yüksek bir sesle; “Ey ev sahibi! Selam’un- aleykum”
dedi. Bir cevap gelmedi. Tekrar ikinci kez selam verdi, yine bir cevap
duyulmadı. Üçüncü kez bir daha selam verdiğinde, “Aleyke’s- selam ya Resulellah
ve rahmetullahi ve berekatuh” diye cevap verdiler.
Resulullah
(s.a.a), “Neden ilk defa cevap vermediniz? Acaba benim sesimi duymadınız
mı?”diye sordu.
Ev
Sahibi, "İlk defasında duyduk, senin olduğunu bile anladık."dedi.
Resulullah
(s.a.a), “ Öyleyse neden geç cevap verdiniz?” diye sordu.
Ev
sahibi, "Senin sesini bir kaç defa duymak istedik."dedi.
Resulullah
(s.a.a)- “Sizin bu cariyeniz gecikmiştir, onu muahaza etmemeniz
(cezalandırmamanız) için size ricaya geldim.”dedi.
Ev
sahibi, "Ya Resulullah! Sizin mübarek ayağınızın hürmetine bu cariye artık
şimdiden azattır (hürdür)."dedi.
Daha
sonra Resulullah (s.a.a) kendi kendisine şöyle dedi: “Allah’a şükür, ne de
bereketli on iki dirhemdi! İki çıplağı örttü, bir köleyi ise azat etti.”
Hz.
Ali (a.s) şöyle diyor:
Bir
şahıs Resulullah (s.a.a)’in huzuruna gelerek Hazretin kendisine tavsiye
etmesini istedi. Resulullah (s.a.a) ona şöyle tavsiye ettiler:
“Benim
sana tavsiyem şudur ki; parçalansan, ateşe atılıp yakılsan bile Allah’a şirk
koşma.
Annene
ve babana eziyet etme; eğer dünyadan göçmeni bile emretseler öyle yap.
İhtiyacından
fazla kalan malını dini kardeşinin ihtiyarına bırak.
Müslüman
kardeşinle karşılaştığında açık yüzlü ol.
Halka ihanet etme.
Gördüğün
her Müslüman’a selam ver.
İnsanları
İslam’a doğru davet et.
Bil
ki, her sorunu çözmenin (sıkıntısı olanın sıkıntısını gidermenin), Hz. Yakub’un
oğullarından bir köleyi azat etmek kadar sevabı vardır.
Bil
ki, şarap ve her sarhoş edici şey de haramdır.”
Uhud
savaşında İslam savaşçılarından çoğu şahadete erişti, Hz. Hamza da o savaşta
şehit düştü, hatta Hz. Peygamber (s.a.a)’in şehit olduğu haberi bile yayıldı.
Savaş
sona erdikten sonra, Medine kadınları Uhud’a doğru hareket edip Peygamber
(s.a.a)’in istikbaline koştular; herkes kendi şehitlerini bırakıp, Peygamber’i
sorup arıyorlardı.
Bu
arada Cehş’in kızı Zeynep Peygamber (s.a.a) ile karşılaştı.
Hz.
Peygamber, “Sabırlı ve tahammüllü ol!”dedi.
Zeynep, " Niçin?"diye sordu.
Hz.
Peygamber, “Kardeşin Abdullah’ın şahadetinden dolayı.”diye buyurdu.
Zeynep,
"Şahadet onun için kutlu ve mübarek olsun!"dedi.
Hz.
Peygamber, “Sabret!”dedi.
Zeynep-
Ne için?
Hz.
Peygamber, “Dayın Hamza’nın şahadetinden dolayı.”diye buyurdu.
Zeynep,
"Biz hepimiz Allah’tanız ve hepimiz O’na doğru döneceğiz, şahadet makamı
ona mübarek olsun!"dedi.
Resulullah
(s.a.a) biraz durduktan sonra Zeyneb’e dönerek şöyle buyurdu:
-
“Sabırlı ol!”
Zeynep,
"Şimdi niçin?"diye sordu.
Resulullah,“Eşin
Mus’ab bin Umeyr’in şahadetinden dolayı.”diye buyurdu.
Zeynep, bu
sözü duyunca yüksek bir sesle ağladı ve can yakıcı bir şekilde sızladı.
Zeyneb’e; "Neden kocan için böyle ağlıyorsun?" diyenlere şöyle cevap
verirdi: “Ağlamam kocam için değildir. Çünkü o Peygamber (s.a.a)’in yanında
şahadet makamına erişmiştir. Benim ağlamam onun yetimleri içindir. Zira eğer
çocuklar babalarını benden sorarlarsa onlara ne cevap vereyim?”
Ebu
Hureyre şöyle diyor:
Resulullah
(s.a.a) (bir gün) oturdukları halde birden dişleri görülür bir şekilde
güldüler. Gülmesinin sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:
“Ümmetimden
iki kişi gelip Allah Teala’nın huzurunda duracaklar; onlardan biri diyecek ki:
"Allah’ım! benim hakkımı ondan al! Allah Teala buyuracak ki: “Kardeşinin
hakkını ver!” Borçlu adam arz edecek ki: Allah’ım! Benim iyi amellerimden bir
şey kalmamıştır (ona verecek dünyevi bir malım da yoktur).” Hak sahibi de
diyecek ki: “Ey Rabbim! Öyleyse benim günahlarımdan yüklensin!”
Sonra
Resulullah (s.a.a)’in gözlerinde yaşlar boşanarak şöyle buyurdular:
“O
gün (kıyamet günü) öyle bir gündür ki insanlar, günahlarının başka bir kimseye
yüklenmesine ihtiyaç duyarlar. Allah Teala hakkını isteyen kimseye şöyle
buyurur: "Gözlerini çevir, cennete doğru bir bak, ne görüyorsun?" O
zaman başını kaldırıp güzel nimetleri görünce hayretle; "Allah’ım! Bunlar
kimin içindir?" diyecektir.
Allah
Teala, “O hakkın değerini bana veren kimse içindir.”buyurur.
Hak
sahibi, "O hakkın değerini kim sana ödeyebilir?"diye sorar.
Allah
Teala, “Sen.”diye cevap verir.
Hak
sahibi, "Ben nasıl ödeyebilirim?"diye sorar.
Allah
Teala, “Ondan geçmenle (hakkını bağışlamanla).”diye cevap verir.
Hak
sahibi, "Allah’ım! Ondan geçtim."der.
Daha
sonra Allah Teala buyuracak ki: “Dini kardeşinin elini tut, birlikte cennete
gidin !”
Bu
esnada Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: “Takvalı olun, birbirinizin arasını
bulun!”
Bir
adam bir şey istemek için Hz. Peygamber’in yanına gitti. Oraya ulaştığında
Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu duydu:
“Kim
bizden bir şey isterse veririz, kim ihtiyaçsız olmaya çalışırsa Allah onu
ihtiyaçsız kılar.”
Adamcağız
Resulullah (s.a.a)’in bu sözünü duyunca Hazretten bir şey istemeden
huzurlarından ayrıldılar. İkinci kez yine Resulullah’ın yanına gelip bir şey
istemeksizin evine geri döndü.
Üçüncü
kez yine Resulullah’tan aynı sözü duyunca bir şey istemeksizin evine geri
döndü. Sonra komşusundan bir balta emanet alıp çöle çıktı, bir miktar odun
toplayıp pazara götürerek bir buçuk kilo arpaya odunları sattı. Elde ettiği
arpayı, ekmek yaparak ailesiyle birlikte yediler. Adam yılmadan bu işine devam
etti, ilk önce bir balta satın aldı, daha sonra elde ettiği kazançtan iki genç
deve ve bir köle aldı, böylece durumu düzelip zenginleşti. Daha sonra
Resulullah’ın yanına giderek macerayı Hazrete anlattı. Resulullah (s.a.a) onun
sözünü dinledikten sonra şöyle buyurdular:
“Demedim
mi kim bizden bir şey isterse ona veririz, ihtiyaçsız olmaya çalışırsa Allah
onu ihtiyaçsız kılar?!”
Hz.
Ali (a.s) Beyt’ül- Malı bölerken fark koymaksızın onu halk arasında eşit olarak
bölüyordu. Hz. Ali’nin bu tutumu bazı kimseleri rahatsız etmişti, bundan dolayı
bir çokları da Muaviye’nin yanında yer almışlardı.
Hz. Ali’nin dostlarından
bazıları Hazretin huzuruna varıp şöyle dediler: "Eğer siyasetçi kimseleri
iş başına getirir ve onları başkalarına tercih etmiş olursan, işlerin ilerlemesi
için daha uygun olur.
Hz.
Ali (a.s) onların bu önerisinden sinirlenip şöyle buyurdular: “Acaba hükümetim
altındaki insanlara zulmederek bu vesileyle kendi çevremde dostlar toplamamı mı
bana öneriyorsunuz? Allah’a ant olsun ki yer ve gök var olduğu müddetçe bu işi
yapmayacağım. Eğer mal kendimin olsaydı onu eşit olarak bölerdim,
nerede kaldı ki mal Allah’ın malıdır !”
Daha
sonra şöyle buyurdular: “Eğer bir kimse, iyi bir işi yerinde yapmazsa, bir kaç
gün gönlü karanlık kimselerin yanında övülebilir, onların kalbinde sevgi
oluşturabilir. Fakat kötü bir hadiseyle karşılaşınca ve onların yardımına
muhtaç olduğu zaman dünya malı ve makamı için sana sevgi duyan kimseler, seni
en fazla kınayan ve sana karşı en kötü dostlardan olurlar.”
Ebu
Besir diyor ki, Hz. Sadık (a.s)’a; “Adiyat suresindeki geçen Yabis (Kumsal çöl)
Vadisinin macerası ve Hicri 8. Yılda (o mekanda) İslam ordusunun kahramanlıklarıyla
ilgili olayın hakikati nedir? dediğimde İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdular:
“Yabis
çölünün halkı on iki bin süvari nizam idi, ölüm anına kadar Hz. Muhammed
(s.a.a) ve Hz. Ali (a.s)’a karşı savaşacaklarına dair ahdedip, el ele verdiler.
Cebrail
onların bu antlaşmasını Resulullah’a haber verdi. Resullullah (s.a.a) de Ebu
Bekir'i, daha sonra Ömer’i bir orduyla onlara doğru gönderdi. Bunlar bir netice
elde etmeksizin geri döndüler.
Peygamber
(s.a.a) bu kez Hz. Ali’yi, muhacir ve ensardan oluşan dört bin kişiyle Yabis
Vadisine doğru gönderdi. Hz. Ali (a.s), ordusuyla birlikte Yabis Vadisi’ne
doğru hareket etti. İslam ordusunun Hz. Ali’nin komutasında onlara doğru
yürüdüğü düşmana bildirildi. Düşman silahçılarından iki yüz kişi savaş alanına
doğru koştular. Hz. Ali (a.s) da bir grup ashabıyla birlikte onlara doğru
yürüdü. Düşmana ulaştıklarında, “Siz kimsiniz, nereden gelmişsiniz, ne yapmak
istiyorsunuz ?” diye sordular.
Hz.
Ali (a.s) onların cevabında şöyle buyurdu:
“Ben
Resulullah’ın amcasının oğlu, Onun kardeşi ve elçisi Ebu Talip oğlu Ali’yim,
sizi, Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmenizi davet
ediyorum, eğer iman ederseniz yorar ve zararda Müslümanlarla ortak olursunuz.”
Onlar
Hz. Ali’nin sözüne karşılık şöyle dediler:
“Senin
sözünü işittik, savaşa hazır ol ve bil ki, biz seni ve ashabını öldüreceğiz!
Bizim vaadimiz yarın sabahtır.”
Hz.
Ali (a.s) da onlara cevaben şöyle buyurdu:
“Yazıklar
olsun size, beni ordunuzun çok olmasıyla mı tehdit ediyorsunuz? Bilin ki, biz
Allah’tan, meleklerden ve Müslümanlardan sizin aleyhinize yardım alacağız. Yüce
Allah’ın gücünden başka bir güç ve kudret yoktur.”
Düşman
kendi yerine dönüp mevzisini pekinleştirdi. Hz. Ali (a.s) da ordusuna dönüp
savaşa hazırlanmaya koyuldu. Hz. Ali (a.s) Müslümanlara, gece vakti bineklerinin
cihazlarını hazırlamalarını, kuşanmalarını ve sabah erkenden düşmana
saldırmak için hazır bir vaziyette olmalarını emretti.
Sabah
şafak söktüğünde Ali (a.s) ordusuyla birlikte namaz kılıp düşmana saldırdı.
Düşman öyle gafil avlandı ki, Müslümanların onlara nereden saldırdığını
anlayamadı. İslam ordusunun geride kalanı henüz yetişmemişken onlardan çoğu
öldürülüp neticede bir çokları da esir alındı ve malları ise Müslümanların
eline geçti.
Cebrail-i
Emin, Hz. Ali ve İslam ordusunun muzaffer olduğunu Hz. Peygambere haber verdi.
Resulullah (s.a.a) minbere çıkıp Allah’a hamd ettikten sonra Müslümanların
düşmana galip olduğunu ve İslam ordusundan sadece iki kişinin şahadete eriştiğini
halka duyurdu.
Daha
sonra Peygamber (s.a.a) ve ashabı Medine’den çıkıp Hz. Ali’yi istikbal etmeye
koştular. Medine’nin bir fersahl uzaklığında Hz. Ali’nin ordusuyla karşılaşıp
onlara "hoş geldiniz!" dediler. Hz. Ali (a.s) Peygamber (s.a.a)’i
görünce bineğinden aşağı indi, Peygamber (s.a.a) de bineğinden aşağı inip Hz.
Ali’nin alnından öptü. İslam ordusunun istikbaline gelen Müslümanlar da Hz.
Peygamber gibi Hz. Ali’yi kutlayıp bu fethi tebrik ettiler, düşmandan elde edilen
bolca ganimeti ve esirleri görerek daha çok sevindiler.
Bu
esnada Cebrail-i Emin gök yüzüne inerek ve bu zaferden dolayı “Âdiyât” suresini
Resulullah’a getirdi:
“Soluk
soluğa koşan atlara ant olsun, (tırnaklarıyla) ateş çakıp saçanlara, sabah
vakti baskın yapanlara, derken orada tozu dumana katanlara, bununla bir
(düşman) topluluğun orta yerine kadar dalanlara...”
Peygamber (s.a.a)’in
gözlerinden sevinç yaşları boşandı, işte burada o meşhur sözü Hz. Ali’ye buyurdular:
“Eğer
ümmetimden bir grubun, Hıristiyanların Hz. İsa hakkında dedikleri söz gibi
senin hakkında söylemesinden korkmasaydım, senin hakkında öyle bir söz
söylerdim ki, her nereden geçseydin ayağının altındaki toprağı götürür, onunla
teberrük ederlerdi!”
Bir
gün Hz. Ali (a.s) bir iş için çok sıcak bir havada evden dışarıya çıkmıştı.
Kays’ın oğlu Sa’d Hazreti görüp şöyle dedi:
“Ey
Emir’ul mü’minin! Bu sıcak havada neden evden dışarı çıktınız?”
Hz.
Ali (a.s): “Bir mazluma yardım etmek veya kalbi yanık birisine sığınak vermek
için çıktım.”
Bu
sırada korku ve istırap içinde olan bir kjadın gelerek imam (a.s)’ın karşısında durdu
ve şöyle dedi:
“Ey Emir’ul Mü’minin? Kocam
bana zülüm ediyor ve beni döveceğine dair de yemin etmiştir.”
Hz.
Ali (a.s) bu sözü duyunca başını önüne eğdi ve biraz düşündü, sonra başını
kaldırıp şöyle buyurdu:
“Hayır!
Allah’a and olsun ki, gecikmeksizin mazlumun hakkı alınmalıdır.”
Bu sözü buyurduktan sonra:
“Evin nerededir?” diye sordu kadın evini gösterdikten sonra Hazret kadınla
birlikte onların evine doğru hareket etti. Hz. Ali (a.s) kapının önünde durarak
yüksek bir sesle ev sahibine selam verdi. Renkli elbise giymiş bir genç evden
dışarı çıktı. Hz. Ali (a.s) onu görünce şöyle buyurdular:
“Allah’tan
kork! Sen hanımını korkutmuşsun, (bununla da yetinmeyip) onu evden dışarı
atmışsın!”
Genç
adam edepsizce sinirli bir şekilde şöyle dedi:
“Hanımıma ait olan bir işi
seninle ne ilişkisi vardır? Allah’a and olsun ki, senin bu sözünden dolayı onu
ateşle yakacağım!”
Hz.
Ali (a.s), bu edepsiz ve kanunu çiğneyen gencin sözlerinden dolayı çok
sinirlendi, bu yüzden kılıcını kınından sıyırarak şöyle buyurdular:
“Ben sana iyiliği
emrediyor, kötülükten sakındırıyorum. Allah’ın emrini sana bildiriyorum; şimdi
bana isyan edip Allah’ın emrinden mi çıkıyorsun? Çabuk tövbe et, yoksa seni
öldürürüm.”
Hz.
Ali (a.s) o gençle konuştuğu sırada oradan geçen bazı kimseler, İmama
yaklaşarak Emir’ul Mü’minin lakabıyla o hazrete selam verip o genci affetmesini
istediler.
O
ana kadar Hz. Ali (a.s)’ı tanımayan genç, halkın hazrete saygı göstermesinden,
kendisini Müslümanların lideri karşısındaki küstahlığını anlamış oldu. Kendisine
gelerek utançla başını önüne eğdi ve şöyle dedi:
“Ey
Emir’ul Mü’minin! Benim hatamı affet, emrine uyacağım, eşime mümkün olduğu
kadar şefkatli davranmaya çalışacağım.”
Hz.
Ali (a.s), o gencin bu çeşit sözlerinden dolayı kılıcını kınına bıraktı gencin
kusurunu affederek evine girmesini emretti; kadına da, bu gibi şeylerin
tekrarlanmaması için kocasına karşı iyi davranmasını tavsiye etti.
Zazan
şöyle naklediyor:
Hz.
Ali (a.s)’ın hilafeti döneminde Beyt’ul Mal’a ait bir çok mallar Kufe’ye
geliyordu. Hz. Ali (a.s)’ın hizmetçisi Kanber, Beyt’ul-Mal’dan bir kaç altın ve
gümüş kap alıp İmam (a.s)’ın huzuruna getirdi ve şöyle dedi:
“Bütün
ganimetleri taksim ettin, ama onlardan kendin için hiçbir şey götürmedin!
Bundan dolayı ben bu kabaları senin için ayırdım.”
İmam
Ali (a.s) bu sözü ondan duyunca kılıcını çekip şöyle buyurdu: “Vay haline!
Evime ateş getirmek mi istiyorsun!”
Daha
sonra İmam (a.s) o kapları parça-parça etti ve şehrin yöneticilerini çağırtıp
halkın arasında adaletle bölmeleri için o parçalanmış kapları onlara verdi.
Bir
gün Hz. Ali (a.s), su kırbasını omzuna alıp giden bir kadını gördü. Ona
acıdığından yanına vardı, su kırbasını alıp onun evine götürdü. Sonra durumunun
nasıl olduğunu sordu. Kadın şöyle dedi: “Ali bin Ebi Talib, eşimi memuriyete
gönderdi, o da o memuriyette öldürüldü, şimdi bir kaç yetim çocuk bana
kalmıştır, onları geçindirmeye de gücüm yoktur. İhtiyaçtan dolayı halka hizmet
etmek mecburiyetindeyim."
Hz.
Ali (a.s) bu sözleri dinledikten sonra evine döndü ve o geceyi sabaha kadar
rahatsız bir şekilde geçirdi. Sabahleyin, içi yiyecekle dolu olan bir sepet
götürüp o kadının evine doğru hareket etti. Yolun yarısında bazıları Hz. Ali
(a.s)’a; "Sepeti verin biz götürelim." diyorlardı. Ama Hz. Ali (a.s)
onlara cevaben; “Kıyamet günü benim amellerimi kim omuzlayacaktır? diye
buyuruyordu.
Nihayet
o kadının evine yetişti, kapıyı çaldı.
Kadın,
"Kim o ?"diye seslendi.
Hz.
Ali, “Dün sana yardım edip su kırbasını evinize getiren kimseyim, çocuklarına
yiyecek getirmişim, kapıyı aç!”dedi.
Kadın
kapıyı açıp şöyle dedi:
"Allah
senden razı olsun, benimle Ali bin Ebu Talib arasında Allah hükmetsin.
Hz.
Ali (a.s) içeri girip kadına şöyle dedi:
-
“Ekmek mi yapıyorsun yoksa çocuklara mı bakıyorsun?”
Kadın,
"Ben ekmeği daha güzel yaparım, sen çocuklara bak!
Kadın
unu hamur yaptı, Hz. Ali (a.s) da kendisiyle birlikte getirdiği eti kebap yapıp
hurmayla çocukların ağzına bırakıyordu. Sevgi ve şefkatle babasıymışçasına
lokmayı çocukların ağzına bırakırken her defasında; “Evlatlarım! Eğer Ali sizin
hakkınızda kusur etmişse onu helal edin” buyuruyordu.
Hamur
hazır olunca Hz. Ali (a.s) tandırı yakıp yüzünü onun ateşine yaklaştırarak
şöyle diyordu: “Ey Ali! Ateşin tadını (yakıcılığını) tat! İşte bu, öksüz çocuk
ve dul kadınların durumundan habersiz olan kimsenin cezasıdır.”
Komşunun
hanımı tesadüfen Hz. Ali’yi görüp tanıdı, işte bundan dolayı aceleyle ev sahibi
kadının yanına gidip şöyle dedi: “Yazıklar olsun sana! Bu şahıs, Müslümanların
önderi ve bu ülkenin yöneticisi Ali bin Ebu Taliptir.”
Kadıncağız
dediği sözlerden utanç duyduğu halde aceleyle Hazreti Ali’nin yanına gelip; “Ey
Emir’el-Muminin! Senden utanç duyuyorum, beni affet” dedi.
Hz.
Ali (a.s) da cevaben; “Senin ve çocuklarının hakkında kusur yaptığımdan dolayı
ben senden utanç duyuyorum!” buyurdular.
Ebu
Vasile şöyle diyor:
Bir
gün Ömer bin Hattap bana; “Yakına gel de Ali’nin şecaat ve yiğitliğini sana
anlatayım dedi.” Yanına yaklaşınca şöyle dedi:
“Uhud
savaşında kaçmamak için Peygamberle ahitleşmiştik; bizden kaçan sapık, bizden
ölen ise şehit ve Peygamber de onun ailesinin sorumlusu ve himayecisi olacaktı.
Savaş zamanı aniden, her biri yüz savaşçıya bedel olan yüz şecaatli komutan
grup bize saldırdılar; öyle ki artık biz savaş gücünü kaybettik, perişan bir
vaziyette savaş alanından kaçtık. Bu sırada Ali’yi gördüm, güçlü bir aslan gibi
yerden biraz kum avuçlayıp yüzümüze serpti ve şöyle dedi:
“Yüzünüz
çirkin ve kara olsun! Nereye kaçıyorsunuz?”
Biz
bu sözlerle savaş meydanına dönmedik, bu defa bize saldırdı, elindeki kılıçtan
kan damlıyordu, şöyle feryat etti: “Siz biat edip biatinizi bozdunuz. Allah’a
ant olsun ki, sizler öldürülmeye kafirlerden daha layıksınız.”
Ali’nin
gözlerine baktım, sanki iki zeytin meşalesi gibi ateş saçıyordu veya kanla dolu
iki kâse gibi idi. Bize saldırdığı takdirde hepimizi öldüreceğine yakin ettim.
Bundan dolayı ben herkesten daha önce ona doğru koşup şöyle dedim: “Ey Ebe’l
Hasan! Allah aşkına! Allah aşkına! Araplar savaşta bazen kaçıyor, bazen de
saldırıyorlar ve yeni saldırı kaçmanın hasarını telafi ediyor.”
Güya
kendisini kontrol etti, yüzünü bizden çevirdi. O zamandan şimdiye kadar,
Ali’nin o günkü heybetinden kalbime işleyen vahşeti asla unutmamışım!
Zahhak
bin Mezahim, Hz. Ali’den onun şöyle buyurduğunu naklediyor:
Ashaptan
bazıları benim yanıma gelerek şöyle dediler:
"Peygamber
(s.a.a)’in huzuruna varıp Fatime hakkında O’nunla konuşsan ne olur?..."
Ben
Peygamber (s.a.a)’in huzuruna gittim, beni gördüklerinde gülümseyip şöyle
buyurdular: “Ya Ebe’l Hasan! Niçin gelmişsin? Ne istiyorsun?”
Ben
akrabalığımızdan, ilk müslüman olmamdan ve onun yanındaki cihatlarımdan söz
ettim.
Resulullah
(s.a.a) buyurdular ki: “Doğru söyledin, söylediğinden bile daha üstünsün.”
Bunun
üzerine: “Ya Resulullah! Fatime’nin bana eş olmasını kabul ediyor musunuz?”
diye arz etim.
Resulullah
(s.a.a) buyurdular ki:
“Ya
Ali ! Senden önce de Fatime’yi istemeğe geldiler, mevzuyu Fatime’ye
söylediğimde yüzünden razı olmadığı okunuyordu. Şimdi sen burada bekle, ben
tekrar döneceğim.”
Resulullah
(s.a.a) Fatime’nin yanına gittiğinde, Fatime (babasını görünce) hemen yerinden
kalkıp Hazretin abasını omzundan aldı, ayakkabısını çıkardı, ayaklarını yıkaması
için su getirdi ve ayaklarını yıkadıktan sonra geçip kendi yerinde oturdu.
Sonra
Resulullah (s.a.a) ona şöyle buyurdu:
“Ali
bin Ebu Talib öyle bir kimsedir ki, sen onun akrabalık, fazilet ve
İslamiyetinden iyice haberdarsın, ben de Allah’dan istemiştim ki onu kendi
katında en iyi ve sevimli birisiyle seni evlendirsin, şimdi o seni istemek için
gelmiştir.”
Bu
esnada Fatime sustu ve yüzünü geri çevirmedi. Resulullah (s.a.a) Fatime’nin
yüzünden herhangi bir rahatsızlık (razı olmamak eseri) hissetmediğini görünce
yerinden kalkıp: “Allah-u Ekber ! Fatime’nin susması onun razı olduğunun
nişanesidir.”buyurdular.
Sonra
Cebrail Resulullah’ın yanına gelip şöyle dedi: “Ey Muhammed! Fatime’yi Ali’yle
nikahla! Allah Teala, Fatime’yi Ali için, Ali’yi de Fatime için beğenmiştir.”
İşte
böylece Peygamber (s.a.a) Fatime’yi benimle evlendirdi. Sonra Resulullah
(s.a.a) benim yanıma gelip elimi tutarak şöyle buyurdular: “Allah’ın adıyla
kalk ve şöyle de: “Ala bereketin vema şaallah’u, la havle illa billahi
tevekkeltu aleyhi”
(Bereket
üzere, Allah’ın isteği üzerine, güçler ancak Allah iledir, Allah’a tevekkül
ettim.)
Sonra
beni Fatime’nin yanına götürüp şöyle dediler: “Allah’ım! Bu ikisi,
yaratıklarının benim yanımda en sevimli olanlarıdırlar, onları sev, evlatlarını
çok bereketli et, kendi tarafından onlara bir muhafız kıl, ben onların her
ikisini ve evlatlarını kovulmuş şeytanın şerrinden sana emanet ediyorum.”
Peygamber
(s.a.a), Fatime (a.s)’ı, Hz. Ali (a.s)’la evlendirmeye karar aldıktan sonra Hz.
Ali’ye şöyle buyurdular:
“Ey
Ali! Kalk zırhını sat!” Hz. Ali (a.s) da zırhını çarşıya götürüp sattı,
parasını çeyiz almak için Peygamber (s.a.a)’in huzuruna takdim etti. Resulullah
(s.a.a) de Fatime’nin evine ve kendisine gerekli şeyler alınması için o parayı
ashaptan bazılarına verdi. O parayla satın alınan şeyler şunlardan ibaretti:
1-
Yedi dirhemlik beyaz bir gömlek.
2-
Dört dirhemlik büyük bir baş örtüsü.
3-
Hayber malı siyah bir elbise.
4-
Hurma lifinden örülen bir yatak tahtı.
5-
Biri koyun yünü, diğeri de hurma lifiyle doldurulmuş olan ketenden iki adet
döşek.
6-
İçi ezhar ismindeki bitki ile doldurulmuş olan koyun derisinden dört adet
yastık.
7-
Bir adet hasır-ı hicri.
8-
Bir adet el değirmeni.
9-
Bir bakır kap.
10-
Su içmek için deriden yapılan bir kırba.
11-
Elbise yıkamak için bir leğen.
12-Süt
için bir adet kâse.
13-
Bir su kabı.
14-
Bir yün perde.
15-
Bir ibrik.
16-
Bir çömlek maşrapa.
17-
Sergi olarak kullanılan bir adet deri.
18-
İki çömlek testi.
19-
Bir aba (Kufe dokunmalı bir çarşaf).
Ashap bu eşyaları alıp
Peygamber (s.a.a)’in evine getirdiler. Peygamber (s.a.a) mübarek elleriyle
onları alıp bakıyor ve “Mübarek olsun” diyordu.
Hz.
Ali (a.s) bir gün ashaptan birine şöyle buyurdu:
“Kendimle Fatime’nin (a.s)
durumunu sana anlatmamı istiyor musun? Fatime o kadar evime su getirdi ki,
bedeninde kırba iz bıraktı; o kadar el değirmeniyle buğday öğüttü ki elleri
nasır bağladı; o kadar evde temizlik yaptı, evi süpürdü ve kazanın altında ateş
yaktı ki elbisesi eksilip bozardı. Bu yüzden Fatime’ye; “Peygamber’in huzuruna
gidip durumu O’na beyan edecek olursan, ev işlerinde yardımda bulunacak bir
hizmetçi verir sana.” dedim.
Fatime
(a.s) bu tavsiyeleri kabul edip Resulullah (s.a.a)’in yanına gitti. Ama
Resulullah’ın bir grup sahabeyle sohbet ettiğini görünce ihtiyacını izhar
etmekten utanıp bir şey söylemeden geri döndü.
Resulullah
(s.a.a) Fatime’nin bir hacetten dolayı geldiğini anlamıştı. İşte bundan dolayı
o günün sabahı evimize teşrif buyurdular, selam verdiler, biz de cevap verdik.
Eve dahil oldu ve yanımızda oturup şöyle buyurdu:
“Fatimeciğim,
dün gece ne maksatla bizim eve geldin?”
Fatime
(a.s) hacetini arz etmekten utandı. Bu sırada ben şöyle dedim:
“Ya
Resulellah! Fatime eve o kadar su taşımış ki, kırbanın bağı göğsünde iz
bırakmış, o kadar el değirmeni çevirmiş ki elleri nasır bağlamış, o kadar ev
işlerinin temizliğinde çalışmış ki elbiseleri bozarmış, yemek yapmak için o
kadar kazanın altında ateş yakmış ki, elbiseleri kararmış. Bundan dolayı ona:
“Eğer babanın yanına gidip bir hizmetçi istemiş olursan seni bu durumdan
kurtarır” dedim.
Peygamber
(s.a.a)’in gözleri yaşarıp şöyle buyurdular:
“Fatimeciğim!
Hizmetçiden daha hayırlı bir ameli sana öğreteyim mi? Her gün otuz üç defa
“Subhanellah”, otuz üç defa “Elhamdülillah” ve otuz dört defa da “Allah-u
Ekber” zikrini
söyle; bu zikir yüz defadan fazla değildir; fakat bunun amel defterinde bin
sevabı vardır. Fatimeciğim! Eğer bunu her gün sabahleyin söylersen, Allah dünya
ve ahret işlerinde sana kifayet eder.”
Fatime
(a.s) babasına cevap olarak üç defa şöyle dedi: “Allah ve Resulünden razı
oldum.”
DEĞERİ
İmam
Hasan Askeri (a.s)’dan şöyle nakledilmiştir:
“Bir
gün bir kadın, Hz. Fatime (a.s)’ın huzuruna varıp şöyle dedi: "Güçsüz bir
annem vardır, namazında zor bir meseleyle karşılaştı ve o meseleyi sana sormam
için beni huzurunuza gönderdi. Hz. Fatime (a.s) o meselenin cevabını verdi. O
kadın, ikinci kez başka bir mesele sordu. Hz. Fatime yine cevabını verdi. Daha
sonra üçüncü bir mesele sordu, böylece sorduğu soruların sayısı onu buldu. Hz.
Fatime de hepsine cevap verdi. Sonra o kadın sorunun çokluğundan dolayı
utanınca da kendisine şöyle dedi:
“Karşılaştığın
her soruyu utanmadan gel sor, ben senin sorularından yorulmam. Eğer bir kimse
ağır bir yükü dama çıkarmak için ecir olur ve karşılığında yüz bin dinar alırsa, acaba o
iş ona ağır gelir mi ?”
Kadın:
“Hayır, ağır gelmez ve o işten yorulmaz” dedi.
Hz.
Fatime sonra şöyle buyurdular:
“Her
meselenin cevabına karşılık bana verilen sevap, arası incilerle dolu olan yer
ile göklerken daha fazladır. Öyleyse meselelere cevap vermekten
hiç yorulur muyum ?”
Babamdan
şöyle buyurduğunu duydum:
“Şiilerimizden
alim olanlar, kıyamet günü haşır olduklarında onlara, çaba, ilim ve halkı
hidayet ettikleri miktarınca sevap ve mükafat verilir; hatta onlardan birine
nurdan bir milyon süslü elbiseler verilir. Sonra Rabbimizin münadisi şöyle nida
eder: “Ey İmamlarından ayrı kaldıkları vakit Âl-i Muhammed yetimlerini
düşünenler, onların sorumluluğunu üstlenenler ! İşte bunlar sizin
öğrencileriniz ve ilminiz sayesinde dinlerini koruyan ve hidayeti bulan
yetimlerdir. Dünyada ilminizden yararlandıkları miktarca onlara hediye verin.”
Bunun
üzerine ümmetin alimleri, yetimlerine (takipçilerine) hediye verirler. Hatta
onlardan bazılarına yüz bin hediye verecekler. Daha sonra o yetimler de kendi
öğrencilerine hediye verecekler. Hediyeler taksim edildikten sonra Allah Teala
şöyle buyuracak: “Yetimleri düşünen alimlerin hediyelerini bir kat daha artırın”
Sonra da: “İki kat daha artırın, onların takipçilerine de aynı şekilde
artırın” diye buyurur.
Daha
sonra Hz. Fatime (a.s) şöyle buyurdu: “Ey Allah’ın cariyesi, bu hediyelerden
bir iplik, güneşin kendisine doğduğu her şeyden bir milyon kez daha üstündür. Çünkü
dünyada üstün sayılan şey, gam ve kederle karışmıştır. Ama ahret nimetlerinin
hiçbir noksanı ve lekesi yoktur.”
ÜSTÜNLÜĞÜ VE İLMİN DEĞERİ
İmam Hasan Askeri (a.s)’dan
şöyle nakledilmiştir:
“Bir inatçı düşman, diğeri
ise mümin olan iki kadın, bir dini meselede ihtilaf edince, ihtilafın çözümü
için Hz. Fatime (a.s)’ın huzuruna yelip meseleyi ona anlattılar. Hak mümin
kadınla olduğu için Hz. Fatime (a.s) delil ve burhan ile de onu teyit etti ve
böylece inatçı düşman kadın yenilgiye uğradı. Mümin kadın bunu çok sevindi.
Hz.
Fatime (a.s) şöyle buyurdu: “Allah’ın melekleri, bu galibiyetten dolayı senden
daha çok sevindiler. Şeytanın (ve takipçilerinin) üzüntüsü de düşman olan
kadının üzüntüsünden daha çok oldu.”
İmam
Hasan Askeri (a.s) daha sonra şöyle buyurdu:
“İşte bundan dolayı Allah-u
Teala meleklerine şöyle buyurdu: “Fatime’nin bu hizmeti karşılığında ona cennet
ve nimetlerini,önce verilenden bir milyon kat daha artırın ve bu işi, ilmiyle,
mümin bir kimseyi düşmana galip kıldıran her alim (ve bilgin) hakkında da
yapın; onun da sevabını bir milyon kat artırın.”
KENDİSİ
İmam Hasan-ı Mucteba (a.s) şöyle buyuruyor: “Annem
Zehra (a.s)’ın, Cuma akşamı sabaha kadar alemlerin Rabbine ibadet ettiğini
gördüm; sabah şafak sökünceye kadar daima rüku ve secde halindeydi. Müminlerin
tek-tek isimlerini zikredip onlara dua ediyordu, fakat kendisi için hiç dua
etmedi. Bu durumu görünce; “Anneciğim, neden kendin için dua etmiyorsun?” diye
sordum. Annem cevaben şöyle buyurdular:
“Önce
komşu, sonra ev (insanın kendisi!)”
Peygamber
(s.a.a)’in durumu çok ağırlaşmıştı, başını Hz. Ali’nin dizine koydu ve bayıldı.
Fatime (a.s) babasının nâzenin yüzüne bakıyor, göz yaşı döküyor ve şöyle
diyordu: “Âh, Babamın bereketi ile rahmet yağmuru (vahiy) iniyordu. Öksüzlerin
ve dul kadınların sığınağı idi.”
Resulullah (s.a.a), Fatime’nin ağlama sesini
işitince gözlerini açıp yavaş bir sesle:
“Aziz
kızım! Şu ayeti oku: “Muhammed ancak bir resuldür. O’ndan önce nice resuller
gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz
?” Ölümün çaresi yoktur,bütün peygamberler öldüğü gibi ben de öleceğim. Fakat
niçin millet, benim hedefimi sürdürmüyor ve geri dönmek istiyor ?” buyurdu.
Bu
sözler, Hz. Fatime’yi daha da ağlattı. Resul-ü Ekrem (s.a.a) aziz kızının
perişan halini ve ağlar gözlerini görünce ona teselli vermek istedi. Bundan
dolayı Fatime’ye: “Yakına gel” diye işaret etti. Başını babasına yaklaştırınca
Peygamber (s.a.a) onun kulağına bir şeyler söyledi. Fatime’nin tebessüm
ettiğini gördüler ve şaşırdılar. Sebebini sorduklarında; “Babam hayatta olduğu
müddetçe sırrını kimseye söylemem” dedi.
Fatime
(a.s) babasının ölümünden sonra; “Babam kulağıma: ‘Fatimeciğim, senin de ölümün
yakındır; bana kavuşacak olan ilk kişi sensin’ buyurdu.” dediğinde Hz.
Fatime’nin tebessümünün sebebi anlaşılmış oldu.
İmam
Hasan (a.s)’ın (başka bir rivayete göre İman Hüseyn-a.s-‘ın) hizmetçisi,
cezalandırılmayı hakkeden bir suç işledi. İmam (a.s) onun tembih edilmesini
emretti. Hizmetçi; “Ey mevlam, “Ve’l kazimin’el ğayz” (öfkelerini yenenler)
dediğinde, İmam (a.s); “Ondan vazgeçin” buyurdu. Hizmetçi; “Ey mevlam, “Ve’l
afine aninnas” (insanları affedenler) dediğinde İmam (a.s); “Seni affettim”
buyurdu. Hizmetçi; “Ey mevlam, “Vallahu yohibb’ul muhsinin” (Allah ihsan
edenleri sever) dediğinde de İmam (a.s); “Sen Allah rızası için artık hürsün,
sana bağışladığım miktarın bir kaç katı daha senin içindir” buyurdu.
ŞECAATLİ!
Cemel
savaşında Hz. Ali (a.s) oğlu Muhammed-i Hanefiye’yi çağırdı, mızrağını ona
verip şöyle buyurdu: “Bu mızrak ile düşman ordusuna saldır!”
Muhammed-i
Hanefiye mızrağı alıp düşmana saldırdı. Düşman ordusundan bir grup kişi onun
ilerlemesine mani oldular, bir şey yapamayacağını görünce babasının yanına
dönmek zorunda kaldı.
Sonra İmam Hasan (a.s)
mızrağı alıp düşmana saldırdı, bir müddet sonra kanlı mızrağıyla babasının
yanına geldi. Muhammed-i Hanefiye, İmam Hasan’ın o şecaatini görünce,
mağlubiyet duygusuna kapıldığından dolayı kızarıp başını önüne eğdi. Hz. Ali
(a.s) onun bu halini görünce; “Rahatsız olma, O Peygamber’in oğludur, sen ise
Ali’nin oğlusun” buyurdular.
OLUMSUZ CEVAP
Muaviye,
Emir’ul-Muminin Hz. Ali (a.s)’ın şahadetinden sonra kudret tahtına oturup bütün
İslamî ülkelerin hükümdarı oldu. Muaviye tarafından Medine’nin valisi olan
Mervan Muaviye'den bir mektup aldı, o mektupta şöyle yazılmıştı: “Adbullah bin
Cafer’in (Hz. Ali’nin kardeşinin oğlu) kızını oğlum Yezid’e iste, her ne kadar
mihriye isterse kabul ederim, her ne kadar borcu olursa öderim, buna ilaveten
bu vuslat, Beni Haşim ve Beni Ümeyye arasında da barışa sebep olacaktır.”
Mervan
mektubu okuduktan sonra Abdullah bin Cafer’le görüştü ve onun kızını Yezid’e
istedi.
Abdullah
onun cevabında şöyle dedi:
“Bizim
kadınların ihtiyarı (söz sahibi) Hasan bin Ali (a.s)’dır, kızımı ondan iste!”
dedi.
Mervan
; İmam Hasan (a.s)’ın yanına varıp Abdullah’ın kızını Yezid’e istedi.
İmam
Hasan (a.s) cevabında şöyle buyurdular: “İstediğin kimseleri davet et, ben
görüşümü o toplantıda açıklayacağım.”
Mervan
da Beni Haşim ve Beni Ümeyye büyüklerini davet etti, hepsi hazır olduklarında
Mervan ayağa kalkıp Allah’a hamd-u sena ettikten sonra şöyle dedi:
Muaviye,
Abdullah bin Cafer’in* kızı Zeyneb’i şu şartlarla Yezid’e istemem için beni
memur etmiştir:
1-
Babası her ne kadar mihriye tayin ederse kabul ediyoruz.
2-
Babası her ne kadar borçlu olursa öderiz.
3-
Bu vuslat Beni Ümeyye ve Beni Haşim taifeleri arasında barışa sebep olacaktır.
4-Yezid,
eşi olmayan bir ferttir! Canıma and olsun ki, sizin Yezid ile iftihar etmeniz,
Yezid’in sizinle iftihar etmesinden daha çoktur!
5-Yezid
öyle bir kimsedir ki, onun siması bereketine (yüzü suyu hürmetine) buluttan
yağmur isteniliyor!
Mervan
bunları dedikten sonra susup bir kenarda oturdu.
İmam
Hasan (a.s) da Allah’a hamd-u sena ettikten sonra sözüne şöyle başladı:
1-
“Mehriyeye gelince, biz Peygamber (s.a.a)’in, kızları ve akrabalarının
mihriyesi hakkındaki sünnetinden - 400 veya 480 veyahut 500 dirhemden - öteye
geçmeyiz.
2-
“Babasının borçları” hakkındaki sözlerine gelince; bizim kadınlarımız ne zaman
babalarının borçlarını ödemiş ki böyle bir söz öneriliyor!
3-
“İki taifenin sulhu (barışı)” hakkındaki sözünüze ilişkin de söylemem gerekir
ki, bizim size karşı düşmanlığımız, Allah için ve Allah yolunda idi. Öyleyse...
4-
“Bizim Yezidin vücuduyla iftiharımız, onun bizimle iftihar bulmasından daha
çoktur” sözünüze gelince; eğer hilafet (saltanat) makamı nübüvvet
(Peygamberlik) makamından daha yüce olursu, bizim Yezid’le iftihar etmemiz
gerekir, ama eğer nübüvvet makamı hilafet makamından daha yüksek olursa, onun
bizimle iftihar etmesi gerekir.”
5-
“Yezid’in yüzünün bereketiyle buluttan yağmur isteniliyor” sözüne gelince; bu
söz doğru değildir. Çünkü bu söz, sadece Hz. Muhammed (s.a.a) ve O’nun Ehl-i
Beyt’i hakkında geçerlidir; onların nurlu yüzlerinin bereketi hürmetine
(Allah’tan) yağmur talep ediliyor.
Bizim
görüşümüz bu konuda şudur ki, Abdullah’ın kızını, amcası oğlu Kasım bin
Muhammed bin Cafer’e nikahlayacağız. Ben şimdi onu, Kasım’a eş olarak
nikahladım, mihriyesini de Medine’deki tarlamı tayin ettim... Bu tarla onların
geçimini sağlar ve artık başkalarına muhtaç olmazlar.
Mervan
bu durumla karşılaşınca şöyle dedi:
“Ey
Beni Haşim! Acaba böyle açıkça karşımıza çıkıyor ve sözlerimize cevap mı
veriyorsunuz?”
İmam
Hasan (a.s) cevaben şöyle buyurdular:
“Evet!
Bu cevaplardan her biri sizin sözlerinize her tek karşılık idi.”
Mervan
olumlu cevap almaktan ümidini kesip aralarındaki geçen macerayı bir mektupla
Muaviye’ye bildirdi, Muaviye de mektubun cevabında şöyle dedi:
“Biz
onlardan kız istedik onlar menfi (olumsuz) cevap verdiler, ama eğer onlar
bizden kız istemiş olurlarsa müsbet (olumlu) cevap veririz!”
Nahbih’ul
- Kassab şöyle diyor:
Hasan
bin Ali’nin yemek yediğini gördüm; önünde de bir köpek vardı, bir lokma
yediğinde, o kadar da köpeğe atıyordu. Ey Resulullah’ın torunu! Bu köpeği
buradan kovayım mı? dediğimde buyurdular ki:
“Bırak
kalsın, canlı birisinin yüzüme baktığı halde yemek yiyip de ona bir şey
vermezsem Allah’tan utanırım!”
Hz.
Peygamber (s.a.a), Hüseyin (a.s)’ın şehit olacağını ve çekeceği diğer musibet
ve sıkıntıları kızı Fatime (a.s)’a haber verdiğinde Fatime (a.s) çok ağladı ve
şöyle dedi:
“Bu
sıkıntı ve musibetler ne zaman vuku bulacaktır?” Peygamber (s.a.a); “ Ben, sen
ve Ali dünyada olmadığımız bir zamanda” buyurdular.
Fatime
(a.s) bu sözü duyunca ağlaması daha çoğaldı. Sonra; “ Kim Hüseyinime ağlayacak
ve onun için yas tutacaktır.”dediğinde de Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:
“Fatimeciğim!
Ümmetimin kadınları, Ehl-i Beyt’imin kadınlarına, erkekleri de erkeklerine
ağlayacaklar. Her yıl onun yasını yenileyecekler (canlandıracaklar). Kıyamet
günü olduğunda sen kadınlara şefaat edeceksin, ben de erkeklere. Kim Hüseyin’in
sıkıntı ve musibetine ağlamış olursa, onun elini tutup cennete götüreceğiz.
Fatimeciğim! Kıyamet günü, Hüseyin’in musibetine ağlayan göz dışında bütün
gözler ağlayacaktır; o göz cennet nimetlerine ulaşmak için gülecektir.”
Bir
kişi İmam Hüseyn (a.s)’ın huzuruna gelerek; “Ben günahkar bir kimseyim, kendimi
günah işlemekten alamıyorum, bana nasihat et” dediğinde İmam (a.s) şöyle buyurdu:
“Beş
şeyi yap, sonra dilediğin günahı işle:
a)
Allah’ın rızkını yeme, istediğin günahı yap.
b)
Allah’ın mülkünden ve hakimiyeti altından dışarı çık, istediğini yap.
c)
Allah-u Teala’nın seni göremeyeceği bir yer bul, ne yapmak istersen yap.
d)
Azrail canını almaya geldiği zaman teslim olma, o zaman gönlünün istediğini
yap.
e) Kıyamet
günü cennetin maliki seni cehenneme götürmek istediğinde cehenneme gitme, ondan
sonra arzuladığın işi yap!”
Aşura gecesi, İmam Hüseyn
(a.s)’ın ashabının her biri bir dil ile kendi vefakarlıklarını ilan ettiler.
İmam’ın ashabından olan Muhammed bin Buşr-i Hazremi’ye, “Rey sınırlarında oğlun
kafirlerin eline esir düşmüştür” diye yeni bir haber ulaştı. Muhammed bu haberi
duyunca şöyle dedi: "Onun ve kendimin mükafatını Allah’tan istiyorum. Ben
oğlumun esir olmasından sonra yaşamamı istemiyorum."
İmam Hüseyn (a.s) onun sözünü duyduğunda şöyle
buyurdu: “Bey’atimi senden kaldırdım, sen serbestsin, git oğlunu kurtarmak için
çalış.”
Muhammed bin Buşr, İmam’ın sözlerine karşılık
şöyle dedi:
“Eğer
senden ayrılmış olursam, yırtıcı hayvanlar beni diri-diri parçalayıp yesinler!”
İmam
Hüseyin (a.s), değeri bin dinar olan beş tane Yemen kumaşını ona verip şöyle
buyurdu:
“Bunları
diğer oğluna ver de bu elbiseleri düşmana hediye vererek kardeşini esaretten
kurtarsın.”
İbrahim
(Malik Eşter’in oğlu), İbn-i Ziyad ve diğer düşmanların başlarını Muhtar’ın
yanına götürdüğünde o yemek yiyordu.
Muhtar
bu durumu görünce şöyle dedi:
“İmam
Hüseyn’in kutsal başını İbn-i Ziyad’ın yanına getirdiklerinde de o yemek
yiyordu. Şimdi Allah’a hamd ediyorum ki, İbn-i Ziyad’ın uğursuz başı, ben yemek
yerken benim yanıma getirilmiş oldu!”
Bu
esnada beyaz bir yılan kesik başların arasında bulunup İbn-i Ziyad’ın burnunun
deliğine girdi ve onun kulağından dışarı çıktı. Bu amel bir kaç kez
tekrarlandı!
Muhtar
yemek yedikten sonra kalkıp ayağındaki ayakkabısıyla İbn-i Ziyad’ın uğursuz
yüzüne vurdu. Sonra ayakkabısını kölesinin yanına atıp; “Bu ayakkabıyı yıka;
zira onu bir necis kafirin yüzüne vurdum!” dedi.
Muhtar,
düşmanların uğursuz kesik başlarını, Hicaz’da olan Muhammed-i Hanefye’ye
gönderdi. Muhammed-i Hanefiye de İbn-i Ziyad’ın başını İmam Seccad (a.s)’ın
yanına gönderdi. İmam Seccad (a.s) o esnada yemek yemekle meşguldüler. Bu
durumu görünce şöyle buyurdular:
“Babamın
kutsal başını İbn-i Ziyad’ın yanına götürdüklerinde o yemek yiyordu. O sırada
Allah’tan istedim ki, İbn-i Ziyad’ın kesik başını yemek sofrasının kenarında
görene dek beni yaşatsın. Allah’a hamd olsun ki, şimdi duam kabul oldu.”
Bir
gün İmam Seccad (a.s), Mina’da Hasan-i Basri’nin halka mev’ize (öğüt) ettiğini
görünce ona şöyle buyurdular:
“Ey
Hasan! Sus da senden bir soru sorayım! Acaba işin sonunda kendin ile Allah
arasındaki olan bu halinden razı olacak mısın?”
Hasan-ı
Basri, "Hayır! Razı olmayacağım."dedi.
İmam
Seccad (a.s)- “Acaba istediğin hal ve duruma ulaşmak için bu durumunu
değiştirmeyi düşünüyor musun?” dedi.
Hasan-i
Basri bu sözü duyunca başını önüne eğdi, sonra şöyle dedi:
“Bu
durumu değiştirmek için her defasında kendimle aht ediyorum, ama maalesef böyle
olmuyor, sadece sözde baki kalıyor (pratiğe geçmiyor).”
İmam
Seccad (a.s)- “Acaba Hz. Muhammed (s.a.a)’den sonra, seninle tanışlığı
(akrabalığı) olan bir peygamberin geleceğini ümit ediyor musun?”diye sordu.
Hasan-i
Basri, "Hayır."dedi.
İmam
Seccad (a.s), “Acaba bu dünyadan başka diğer bir dünyanın da olup orada iyi
işler yapacağına ümitli misin?”diye sordu.
Hasan-i
Basrî, "Hayır!"dedi.
İmam
Seccad (a.s), “Acaba eğer bir kimsenin az bir aklı da olmuş olursa, senin
kendinden razı olduğun miktarda kendisinden razı olur mu? Oysa ki diğer bir
peygamberin geleceğine ve başka bir dünyanın da olup orada iyi amaller yapmakla
meşgul olacağına ümidin de yoktur! Bu halinle halka öğüt mü veriyorsun?”dedi.
İmam
Seccad (a.s) onun yanından uzaklaşınca, Hasan-i Basri; “Bu şahıs kim idi?”
dedi. "Ali bin Hüseyn (Seccad) idi." dediklerinde; “Bunlar (Ehl-i
Beyt) ilim ve hikmet kaynağıdır” dedi.
Artık
ondan sonra Hasan-i Basri’nin halka öğüt verdiğini kimse görmedi.
ALAYA ALMANIN SONUCU
İmam
Zeyn’ul- Abidin (a.s) şöyle buyurmuştur:
“İnsan
halkla ne yapacağını bilmiyor! Eğer Peygamber (s.a.a)’den duyduğumuz bazı
meseleleri onlara söylemiş olursak alay edebilirler, diğer taraftan da bu
gerçekleri saklamayı istemiyoruz!”
Zamret
bin Ma’bed, "Siz duyduğunuz şeyleri söyleyin. "dedi.
İmam
(a.s), “Allah’ın düşmanını tabuta bırakıp kabristana götürdüklerinde ne
söylediğini biliyor musunuz?” diye sordu.
Zamret,
"Hayır."dedi.
İmam
(a.s), “Allah’ın düşmanı onu götüren kimselere şöyle der:
“Acaba
duymuyor musunuz? Beni aldatan, beni bu duruma düşüren ve beni kurtarmayan
Allah’ın düşmanını size şikayet ediyorum. Benimle dost olarak beni hor-hakir
eden dostlardan, kendilerini himaye ettiğim beni zelil eden evlatlarımdan ve
servetimi onun güzelliği için harcadığım fakat başkalarının oraya yerleştiği
evimden şikayetim vardır! Bana acıyın! Bu kadar acele etmeyin!”dedi.
Zamret,
"Eğer bu kadar güzel konuşabiliyorsa, hareket edip onu taşıyanların da
boynuna binebilir!"dedi.
İmam
(a.s)- “Allah’ım! Eğer Zamret, Peygamber’in sözlerini alaya alıyorsa ondan
intikam al!”diye beddua etti.
Zamret,
kırk gün yaşadıktan sonra hayatını kaybetti. Onun cenazesi yanında olan kölesi,
onun defin işlerinden sonra İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s)’ın huzuruna gelip
Hazretin kenarında oturdu.
İmam
(a.s),“Nereden geliyorsun?”dedi.
Köle,
"Zamret’in cenazesinin defninden dönüyorum. Onun üzerine toprak
döktüklerinde, hayatı zamanındaki kesin olarak tanıdığım sesini ondan duydum,
şöyle diyordu:
“Ey
Zamret! Bugün, sahip olduğun her dost seni hor-hakir etti, sonuçta ebedi evin
olan cehenneme yöneldin!”
İmam
(a.s)- “Allah’tan afiyet (kurtuluş) diliyorum. Zira Peygamber’in hadisini
alayya alanın cezası işte budur.”
İmam
Sadık (a.s)’dan şöyle nakledilmiştir:
“Ali
bin Hüseyn (İmam Seccad) (a.s) sabahın erken vakitleri rızk elde etmek için
evden dışarı çıktı. Bir adam: "Yebne Resulillah (Ey Resulullah’ın torunu)!
Nere gidiyorsunuz? diye sordu.
İmam
(a.s)- “Aileme sadaka vermek için evden dışarı çıktım.”dedi.
Adam,
"Ailenize nasıl sadaka veriyorsunuz?"diye sordu.
İmam,
“Kim helal yoldan bir rızk elde ederse (ve onu ailesi için harcarsa) Allah
katında onun için sadaka sayılır!”diye sordu.
Tavus-u
Yemani şöyle diyor:
Ali
bin Hüseyin (a.s)’ın akşamdan sahur vaktine kadar Ka’be’nin etrafında tavaf
ettiğini gördüm. İbadetle meşguldü, hacılar evlerine gittiğinde ve orası
sakinleşince göğe bakıp şöyle dedi:
“Allah’ım! Yıldızlar
ufuklarında kayboldular, halkın gözleri uykuya daldı, senin rahmet kapıların,
dergahına muhtaç olanların hepsinin yüzüne açıktır. Bana acıman, beni affetmen
ve kıyamet günü mahşer sahrasında ceddim Muhammed’in çehresini (yüzünü) bana
göstermen için senin azametli dergahına yönelmişim.” Sonra sızlar ve ağlar bir
halde şöyle dua ettiler:
“Allah’ım!
İzzet ve celaline ant olsun ki, günah işlemekle sana muhalefet etmeyi kast
etmedim, senin hakkında şüphe ettiğimden veya azabına cahil olduğumdan veyahut
cezalandırmana itiraz ettiğimden dolayı sana isyan etmedim. Sadece nefsim beni
aldatmıştır, senin (günahlarımı) açığa vurmaman da bu işi yapmak için bana
yardım etmiştir.”
Zühri
şöyle diyor:
Karanlık
ve soğuk bir gecede, Ali bin Hüseyin’i bir miktar yiyecek omzuna alıp giderken
gördüm. "Ey Resulullah’ın torunu! Bu nedir? Nereye götürüyorsun?"diye
sordum.
İmam
(a.s),“Ey Zühri! Ben yolcuyum, bu da yol azığıdır; (yolculuk anında eli boş ve
azıksız kalmamam için) götürüp emniyetli bir yere bırakmak istiyorum!”dedi.
Zohri,
"Ey Resulullah’ın torunu! Bu, benim kölemdir, müsaade edin bu yükü o
götürsün ve istediğiniz yere ulaştırsın."dedi.
İmam
(a.s), “Allah aşkına, bırak kendim kendi yükümü götüreyim, sen kendi yoluna
devam et, benimle işin olmasın!”dedi.
Zohri
bir kaç gün sonra İmam (a.s)’ı görüp şöyle dedi:
“Ey
Resulullah’ın torunu! Ben o gece hakkında konuştuğunuz yolculuktan bir eser
görmedim.”
İmam
(a.s),“Ahret yolculuğunu diyordum, ölüm yolculuğunu kastetmiştim, onun için
hazırlanıyordum!” dedi.
Daha
sonra İmam (a.s), o gece muhtaçların evine o azığı götürmekten
hedefinin ne olduğunu izah edip şöyle buyurdu:
“Ölüm
için hazırlanmak; haramlardan uzak durmak ve hayır işler yapmakla gerçekleşir.”
YAPMANIN
HARAMLILIĞI
Ebu
Basir (r.a) şöyle diyor:
“Kufe’de
idim, kadınlardan birine Kur’ân okumayı öğretiyordum. Bir gün bir yeri okumak
hususunda onunla şaka yaptım! Uzun bir zaman geçtikten sonra Medine’de İmam
Bakır (a.s)’ın huzuruna vardım. İmam (a.s) beni kınayarak şöyle buyurdu:
“Kim
halvet bir yerde günah işlerse, Allah Teala lütfünü ondan esirger, o kadına
dediğin söz ne biçim söz idi?”
Ebu
Basir diyor ki: “Utancığımdan başımı aşağı dikip tövbe ettim.”
İmam
Bakır (a.s) benim bu durumumu görünce;“Tekrarlamaman için dikkatli ol!”
buyurdular.
Cabir-i Cu’fi şöyle diyor:
Hac
amellerini yapıp bitirdikten sonra bir grup (hacılarla) birlikte İmam Bakır
(a.s)’ın huzuruna vardık. İmam (a.s)’la vedalaşmak istediğimizde, "bize
tavsiyelerde bulunun." dedik. İmam (a.s) şöyle buyurdular:
“Güçlüler
zayıflara yardımda bulunsunlar, zenginler fakirlere şefkatli olsunlar,
sizlerden her biriniz dini kardeşine nasihat etsin, kendisi için
istediği şeyi onun için de istesin.
Bizim
sırlarımızı, ehli olmayan kimselerden saklı tutun, halkı bize musallat etmeyin!
Bizim sözlerimize ve bizden taraf sizlere iletilen haberlere teveccüh ediniz;
eğer Kur’ân’a muvafık olduğunu görürseniz onu kabul edin; Kur’ân’a aykırı
olduğunda ise onu duvara çalın!
Eğer
bir söz sizin için şüpheli olursa, onun hakkında karar almayın, gerektiği
şekilde size izah etmemiz için onu bize sunun. Eğer sizler dediğim gibi olur ve
bu sınırları aşmazsanız, Kâim’imizden (Hz. Mehdi’den) önce sizden herhangi
biriniz ölmüş olursa, şehit olarak ölmüştür. Kim bizim Kâim’imizi derk edip
onun rikabında (yanında) öldürülürse, iki şehit sevabı olur; eğer onun yanında
yer alıp da düşmanlarımızdan birisini öldürürse, yirmi şehidin sevabını
kazanmış olur.”
Abdulhamid-i
Vasitî şöyle naklediyor:
İmam
Muhammed Bakır (a.s)’a arzettim ki:
“Allah’a
ant olsun ki, dükkanlarımızı İmam Mehdi (a.s)’ın zuhurunu beklemek için tatil
etmişiz. Artık fakirlik ve mecburiyetten dolayı halka el açmamıza (dilenmemize)
bir şey kalmamıştır!”
İmam
Bakır (a.s) cevaben şöyle buyurdular:
“Ey
Abdulhamid! Eğer bir kimse, kendisini Allah’ın yoluna vakfederse, Allah
Teala’nın bir rızk yolunu onun yüzüne açmayacağını mı zannediyorsun? Allah’a
ant olsun ki, Allah-u Teala rahmet kapısını onun yüzüne açacaktır. Kendisini
bizim ihtiyarımıza bırakana, bizi ve bizim emrimizi (velayetimizi) diriltene
Allah rahmet etsin.”
Abdulhamid,
Eğer Kâim’i (Hz. Mehdi’yi) mülakat etmeden ölürsem, nasıl olurum?diye sordu.
İmam
(a.s), “Sizlerden herhangi biriniz (kalpten); “Eğer Kâim-i âl-i Muhammed’i
görmüş olursam O’nun yardımına koşacağım” derse, (sevap elde etmek açısından)
O’nun yanında kılıç sallayan kimse gibi olur; O’nun yanında şehit olan kimse de
iki defa şehit olan kimse gibi olur.”diye buyurdu.
Cebel
Amil büyüklerinden bir kişi her yıl Mekke ziyaretine müşerref oluyordu; dönüşte
ise Medine’de İmam Sadık (a.s)’ın huzuruna varıyordu.
Bir
defasında hacca müşerref olmadan önce İmam Sadık (a.s)’ın hizmetine varıp, on
bin dirhem İmam’a vererek şöyle dedi:
“Bu
miktar parayla benim için bir ev almanı rica ediyorum.”
Daha
sonra Mekke-i Muazzama’yı ziyaret ermek için İmam (a.s)’ın huzurundan ayrıldı.
Hac amellerini yaptıktan sonra İmam Sadık (a.s)’ın huzuruna vardı. İmam (a.s)
onu evine alıp ona bir yazı takdim ederek şöyle buyurdular:
“Cennette
öyle bir ev senin için aldım ki, onun bir tarafı Muhammed Mustafa (s.a.a)’in
evine, ikinci tarafı Ali (a.s)’ın evine, üçüncü tarafı Hasan-ı Mucteba (a.s)’ın
evine, dördüncü tarafı ise Hüseyn bin Ali (a.s)’ın evine yakındır!” (Yani
onlarla komşusun.)
O
adam, bu sözü İmam (a.s)’dan duyunca kabul etti.
İmam
(a.s) da o miktar parayı, İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s)’ın evlatlarından
fakir ve yoksul olanlar arasında dağıttı. Cebelî olan adam kendi vatanına
döndü. Bir müddet geçtikten sonra o adam hastalandı, akrabalarını toplayıp
şöyle dedi:
“Ben
İmam Sadık (a.s)’ın buyurduğunun gerçek olduğuna inanıyorum, sizden ricam, bu
yazıyı benimle defnetmenizdir!”
Kısa
bir süreden sonra adam dünyadan göçtü. Vasiyetine göre o yazıyı onunla
defnettiler. Ertesi gün geldiklerinde, kabrinin üzerinde yeşil yazıyla yazılmış
bir mektup gördüler; o mektupta şöyle yazılmıştı:
“Allah’a
ant olsun ki, Cafer bin Muhammed vaadine vefa etti!”
Me’mun-u
Rıkkî şöyle naklediyor:
Bir
gün İmam Sadık (a.s)’ın huzurunda idim, Sehl bin Hasan-ı Horasanî İmam (a.s)’ın
yanına geldi, selam verip oturdu. Sonra şöyle dedi:
“Ey
Resulullah’ın torunu! İmamet (makamı) sizin hakkınızdır. Çünkü siz, şefkat ve
rahmet ailesisiniz. Neden hakkı almak için kıyam etmiyorsunuz? Oysa ki sizin
takipçilerinizden yüz bin kişi, kesici kılıçlarıyla sizin kenarınızda
düşmanla savaşmaya hazırdırlar!”
İmam
(a.s) onun bu sözüne karşılık şöyle buyurdular:
“Ey
Horasanî! Otur da hakikat sana aşikar olsun”
İmam
(a.s) cariyesine, tandırı yakmasını emretti, tandır hemen alevlenmeye başladı,
öyle ki onun alevi tandırın üst tarafını aydınlattı. İmam (a.s) Sehl’e; “Ey
Horasanî! Kalk bu tandırın içinde otur!” buyurdu.
Horasanî
adam (Sehl) mazeret istemeye başlayıp şöyle dedi: “Ey Resulullah’ın torunu!
Beni ateşle yakma, bu hakiri affet!
İmam (a.s); “Rahatsız olma,
seni bağışladım.” buyurdu.
Bu
sırada Harun-u Mekki, naleynini (ayakkabısını) eline almış olduğu bir halde,
yalın ayak içeriye girip selam verdi. İmam (a.s) onun selamının cevabını verdi
ve şöyle buyurdu:
“Naleyni
at ve tandırda otur!”
Harun
naleynini atıp hemen tandırın içine girdi!
İmam
(a.s), Horasani ile sohbet etmeye başladı. Horasan’ın pazarının durumundan ve
oranın özelliklerinden öyle bir konuşuyordu ki, sanki uzun yıllarca orada kalmıştı.
Daha sonra Sehl’den, tandırın durumunun nasıl olduğuna bakmasını istedi. Sehl
der ki; Tandırın başına yetiştiğimde, Harunun ateşler arasında diz üstü oturmuş
olduğunu gördüm. Beni görür görmez tandırdan dışarı çıktı ve bize selam verdi.
İmam (a.s) Sehl’e;
“Horasan’da bunun gibi kaç kişi bulunur?”diye sordu.
Horasanî ; “Allah’a ant
olsun ki, bir kişi de bulunmaz.” dedi.
İmam (a.s) da onun bu
sözüne karşılık; “Evet, Allah’a ant olsun ki, bir kişi de bulunmaz. Eğer bunun
(Harun) gibi beş kişi de bulunsaydı, biz kıyam ederdik.” buyurdular.
YETİŞİYORSUNUZ?
İmam
Cafer Sadık (a.s) Asim’e şöyle buyurdular:
“Ey
Asim! Birbirinize nasıl yetişiyor ve yardımda bulunuyorsunuz?”
Asim,“Mümkün
olan en iyi bir şekilde.”dedi.
İmam
(a.s), “Sizlerden fakir biri mümin kardeşi evinde bulunmadığı bir sırada onun
evine gider de, hiçbir kimsenin itirazıyla karşılanmaksızın, "onun para
cüzdanını getirin." deyip cüzdanı açarak ihtiyacı miktarınca ondan para
götürebilir mi?”diye sordu.
Asim,
“Hayır, durum böyle değildir.”dedi.
İmam
(a.s), “Öyleyse benim istediğim gibi sizler fakirlik ve ihtiyaç anında
birbirinize yetişip yardım etmiyorsunuz.”dedi.
Yağmurlu
bir gece İmam Sadık (a.s) gecenin karanlığından istifade ederek tek başına
evden dışarı çıkıp “Zılle-i Beni Saide”* tarafına yola koyuldu. Mualla bin
Huneys, İmam (a.s)’ı bu karanlık gecede yalnız bırakmamak için az bir mesafeyle
sessizce Hazretin arkasına takıldı.
Aniden
İmam (a.s)’ın omzundan bir şeyin yere düştüğünü hissetti. O anda İmam’ın yavaş
bir sesle; “Allah’ım! Bunu bana geri çevir” dediğini duydu.
Mualla
bu durumu görünce yakına gidip selam verdi. İmam (a.s) Mualla’nın sesinden onu
tanıyıp şöyle buyurdu:
“Mualla sen misin?”
Mualla,
“Evet, ben Mualla’yım.”dedi.
Mualla
İmam (a.s)’ın cevabını verdikten sonra, yere düşen şeyin ne olduğuna dikkat
ederken bir miktar ekmeğin yere düşmüş olduğunu gördü.
İmam
(a.s); “Mualla! Bunları yerden topla bana ver” buyurdu.
Mualla da ekmekleri yerden toplayıp İmam’a
verdi. Mualla diyor ki; İmam’ın omzundaki dağarcık çok büyüktü, bir insan onu
ancak zorlanarak taşıyabilirdi.
İmam
(a.s)’a; “Müsaade edin bu dağarcığı ben omzuma alayım” dedim. Ama İmam (a.s);
“Ben bu iş için senden daha layığım” buyurdular.
İmam
(a.s) ekmekle dolu olan dağarcığı omzuna alınca birlikte “Zılle-i Beni Saide”
tarafına doğru hareket ettik, nihayet oraya ulaştık. Orası yoksul ve
çaresizlerin, evi ve barkı olmayanların (dinlenmek için) toplandığı bir yer
idi.
Herkes
uykuya dalmıştı; bir kişi bile uyanık değildi. İmam (a.s) ekmekleri bir ve
ikişer olarak onların elbiselerinin altına bırakıyordu; öyle ki ekmek
verilmemiş hiç kimse baki kalmadı. İmam (a.s) sonra dönmeye azmetti.
Mualla
diyor ki İmam (a.s)’a: “Efendim, bu gecenin karanlığında kendilerine ekmek
getirdiğin bu kimseler, Şii midirler, sizin imametinizi kabul ediyorlar mı?
diye sordum. İmam (a.s) cevaben: “Hayır! Bunlar benim imametime inanmıyorlar;
eğer imamete itikatları olsaydı (onlara) tuz da getirirdim!” buyurdular.
MECLİSİNİ
TERK ETMESİ
Harun
bin Cehm şöyle diyor:
İmam
Sadık (a.s) “Hiyre”de Mensur-u Devaniki ile mülakat ettiğinde ben de onun
hizmetinde idim. Mensur’un komutanlarından biri oğlunu sünnet ettirmişti. Bu
münasebetten dolayı a’yan ve eşraftan (ileri gelen büyük şahsiyetlerden) bir
çok kimseleri de velimeye (sünnet törenine) davet etmişti. İmam Sadık (a.s) da
davet edilenlerdendi. Sofra hazırlandı, misafirler sofranın başına oturup yemek
yemekle meşgul oldular. Bu sırada misafirlerden biri su istedi. Kendisine şarap
kadehlerinden birini verdiler, kadeh onun eline verilir verilmez İmam Sadık
(a.s) yemeği yarıda bırakıp hemen sofranın başından kalkarak meclisten dışarı
çıktılar. İmam’ı geri çevirmek için her ne kadar ısrar ettiyseler de İmam (a.s)
geri dönmedi ve Peygamber (s.a.a)’in şu sözünü buyurdular:
“Kim
şarap olan bir sofranın başında oturursa, Allah ona lanet eder.”
Zeyd
bin Usame şöyle naklediyor:
Bir
gün İmam Sadık (a.s)’ın ziyaretine müşerref oldum. İmam (a.s) bana; “Kaç
yaşındasın?”diye sordular. "Yaşım bu kadardır." dedim. İmam (a.s);
“İbadetlerini tazele ve geçmiş günahlarından tövbe et.” buyurdu.
İmam
(a.s)’ın bu sözü beni çok etkiledi, ağlamaya başladım.
İmam
(a.s), “Niçin ağlıyorsun?” buyurdu.
Ben,
“ Kendi buyruğunuzla ölümümden haber verdiniz” dedim.
İmam
(a.s), “Ey Zeyd! Müjde olsun sana. Çünkü sen bizim Şialarımızdansın ve yerin
cennettir.” buyurdular.
Bir gün İmam
Cafer Sadık (a.s)’ın ashabından bir grup kimse, onun huzurunda oturmuşlardı.
İmam (konuşma esnasında) şöyle buyurdular:
“Yerin hazine
ve anahtarları bizim yanımızdadır. Eğer ayağımızla yere işaret etmiş olursak,
yer kendinde sakladığı altın ve gümüş ne varsa dışarı döker!”
Sonra ayağıyla
yere bir çizgi çizdi, (derken) yer yarıldı, İmam (a.s) elini uzatıp bir karış
uzunluğunda olan bir parça altını dışarı çıkardılar!
Daha sonra; “Yerin
yarığına bakın!” buyurdular. Ashap yerin yarığına baktıklarında, birbiri
üzerine yığılmış güneş gibi parlayan bir takım altınlar gördüler.
Ashaptan biri
şöyle dedi: “Ey Resulullah’ın turunu! Allah Tebarek ve Teala dünya malından
size bu şekilde bağışta bulunmuştur, o halde neden şii ve dostlarınız böyle
fakir ve muhtaç bir durumdalar?”
İmam (a.s) onun
cevabında şöyle buyurdular: “Allah-u Teala dünya ve ahireti, biz ve Şiilerimiz
için toplamıştır. Biz ve dostlarımız cennete gideceğiz, düşmanlarımız ise
cehennemi boylayacaktır.”
İmam Sadık
(a.s)’ın muhlis ve samimi Şiilerinden olan Ebu Besir, İmam (a.s)’la hac merasimine katıldı.
İmam (a.s)’la
birlikte Ka’be’yi tavaf ederken İmam’a şöyle dedi: “Canım sana feda olsun,
acaba Allah Teala hac merasimine katılan bu kadar toplumun hepsini affediyor
mu?”
İmam (a.s), “Ey
Ebu Besir! Gördüğün bu toplumdan çoğu insanlar, maymun ve domuzdur!”buyurdu.
Ebu
Besir, “Onları bana gösterir misiniz?”dedi.
İmam
(a.s) elini onun gözlerine çekti, bir takım kelimeler söyledi. Aniden o
insanlardan çoğunu maymun ve domuz görerek vahşete kapıldı! İmam (a.s) daha
sonra yine elini onun gözlerine çekti. Derken onları zahirde oldukları şekliyle
gördü.
Daha
sonra İmam (a.s) Ebu Besir’e şöyle buyurdular: “Üzülme! Siz cennette hoşnut
olacaksınız, cehennemin tabakaları sizin yeriniz değildir. Allah’a ant olsun ki,
siz hakiki Şiilerden üç, iki, hatta bir kişi bile cehennem ateşinde
olmayacaktır.”
Zekeriyya
bin İbrahim şöyle diyor:
“Ben
bir Hıristiyan idim, Müslüman oldum. Daha sonra hac merasimine katılmak için
Mekke’ye doğru hareket ettim. Orada İmam Sadık (a.s)’ın huzuruna vardım. İmam
(a.s)’a; “Ben bir Mesihi (Hıristiyan) idim, sonra Müslüman oldum.” dedim.
İmam
(a.s), “Müslüman olmana ne sebep oldu ?”diye sordu.
Zekeriyya
şöyle dedi: "Şu ayet hidayet yolunu bulmama sebep oldu: “Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun.
Ancak biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete
erdiririz.”
Bu ayetle İslam’ın kamil
bir din olduğunu anladım. Mektep ve medreseye gitmeyen bir kimseden bu çeşit
sözler mümkün değildir. Binaen aleyh ona vahiy edilmiş olması gerekir."
İmam
(a.s)- “Gerçekten Allah (c.c) seni hidayet etmiştir.” buyurdu.
Sonra
İmam (a.s) üç defa şöyle buyurdular:
“Allah’ım,
onu (iman yoluna) hidayet et.”
İmam
(a.s) daha sonra; “Yavrum, her ne diliyorsan (soracağın ne varsa) sor!”buyurdu.
Zekeriyya-,
"Babam, annem ve bütün ailem Mesihidirler; annem de kördür. Acaba ben
onlarla yaşamak zorunda olduğuma göre onların kaplarında yemek yiyebilir
miyim?"diye sordu.
İmam
(a.s), “Onlar domuz eti yiyorlar mı?”diye sordu.
Zekeriyya,
“Hayır, ona el bile dokundurmuyorlar.”dedi.
İmam
(a.s), “Onlarla birlikte ol! Sakıncası yoktur. Özellikle annene çok şefkatli
ol, ölürse onu başkasına bırakma (kendin defnet). Mina’da benim yanıma
gelinceye dek yanıma geldiğini hiç kimseye söyleme.” dedi.
Zekeriyya
diyor ki, Mina’da İmam’ın huzuruna vardım. Halk mektep çocukları (öğrenciler)
gibi onun etrafını sarıp soru soruyorlardı.
Kufe’ye
döndüğümde, anneme karşı çok şefkatli davrandım. Bir gün annem şöyle dedi:
“Oğlum! Sen bizim dinimizde oluğun müddetçe, bana karşı böyle davranmıyordun!
Şimdi böyle davranmana sebep olan nedir?”
Zekeriyya,
“Allah’ın Peygamberlerinden birinin Ehl-i Beyt’inden olan bir şahıs, bana böyle
davranmayı emretmiştir.”dedi.
Zekeriyya’nın
annesi, “O şahıs peygamber midir?”diye sordu.
Zekeriyya, “Hayır, o peygamberin torunudur.”dedi
Zekeriyya’nın annesi, “O
şahısın Peygamber olması gerekir. Çünkü bu çeşit tavsiyeler, Peygamberlere
mahsustur.” dedi.
Zekeriyya,
“Hayır anne! Bizim Peygamberden sonra artık bir Peygamber gelmeyecektir, o
Peygamber’in torunudur.” dedi.
Zekeriyya’nın
annesi, “Senin dinin, dinlerin en iyisidir, o dini bana öğret!” dedi.
Zekeriyya diyor ki,
"Ben şehadeteyni ona öğrettim; öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını
kıldıktan sonra şöyle dedi:
“Gözümün
nuru! Bana dediğini tekrarla!" Ben şehadeteyni tekrar ona söyledim; o da o
anda dünyaya gözlerini kapadı. Sabahleyin Müslümanlar ona gusül verdiler, ben
de ona namaz kıldım ve onu kabrine koydum.”
Bir gün bir
genç İmam Sadık (a.s)’ın huzuruna gelip; “Sermayem toktur.” dedi.
İmam (a.s); “Doğru
ve dürüst ol! Allah Teala rızkı ulaştırır.” buyurdular.
Genç
İmam’ ın yanından ayrılıp dışarı çıktığında yol üzerinde kemere bağlanan bir
kese buldu. İçerisinde yedi yüz dinar vardı. Kendi kendine şöyle dedi: “İmam’ın
tavsiyesiyle amel etmem gerekir, halka bir kese bulduğumu ilan etmeliyim.”
Böyle
bir kararı aldıktan sonra yüksek bir sesle şöyle dedi: “Kim bir kese
kaybetmişse, gelip nişanesini söyleyerek onu alsın!”
Bir adam gelip
o kesenin nişanelerini söyledi ve o keseyi ondan aldı. Kese sahibi kendi isteği
ile yetmiş dinarı ona verdi.
Genç İmam
(a.s)’ın huzuruna dönüp macerayı ona anlattı.
İmam (a.s) cevaben
şöyle buyurdular: “Bu helal olan yetmiş dinar, haram olan o yediyiz dinardan
daha iyidir; Allah Teala onu sana yetiştirmiştir.”
Adam o parayla
ticaret yaparak durumunu düzeltti, çok zengin oldu.
Beşşar-i
Mekkarî şöyle diyor:
Kufe’de İmam Sadık (a.s)’ın
huzuruna vardım. İmam (a.s) hurma yemekle meşgul idiler.
İmam
(a.s); “Beşşar! Otur bizimle hurma ye.” buyurdu.
Ben cevaben şöyle arzettim: “Sana feda olayım!
Gelirken kalbimi inciten bir manzarayla karşılaştım, rahatsızlıktan bir şey
yiyemiyorum!”
İmam
(a.s), “Yolda ne gördün?”diye sordu.
Beşşar,
“Yolda gelirken memurlardan birinin bir kadını dövdüğünü ve onu hapse doğru
götürdüğünü gördüm. Her ne kadar halktan yardım dilediyse, hiç kimse yardımına
koşmadı!”dedi
İmam
(a.s),“O kadın ne yapmıştı?”diye sordu.
Beşşar,"
Halk dediğine göre o kadının ayağı kayıp yere düştüğünde; “Ya Fatime! Allah
senin katiline lanet etsin” demiş."dedi.
İmam
(a.s) bu sözü duyur duymaz ağlamaya başladı. Öyle ki mendili, mübarek sakalı ve
göğsü yaş oldu.
İmam
(a.s),“Beşşar! Kalk, o kadının kurtuluşu için “Sehle” camisine gidip dua
edelim.” buyurdu.
İmam
(a.s), o kadından bir haber elde etmek için sultanın sarayına da bir kişi
gönderdi.
İmam’la
birlikte “Sehle” camisine gittik ve iki rekat namaz kıldık. İmam (a.s) o
kadının kurtuluşu için dua edip secdeye kapandı. Daha sonra başını secdeden
kaldırıp şöyle buyurdu:
“Kalk
gidelim, o kadını serbest bıraktılar!”
İmam
(a.s)’la birlikte camiden çıktık. Sultanın sarayına gönderilen şahıs da yolun
yarısında bizimle karşılaşıp İmam’a şöyle dedi:
“Sultanın
sarayına gittim, kadını hapisten çıkardıklarını gördüm, onu hakimin yanına
getirdiler. Hakim kadına şöyle dedi:
“Sen
ne yaptın ki memur seni yakalayıp buraya getirdi?” Kadın olayın nasıl olduğunu
tarif etti. Hakim kadının sözlerini duyunca ona iki yüz dirhem verdi. Ama o
kabul etmedi. Hakim kadına; “Bizi helal et, bu dirhemleri de al!”dedi. Kadın
yine o parayı almadı; fakat sonuçta serbest bırakıldı.
İmam
Sadık (a.s) bu sözleri dinledikten sonra şöyle buyurdular:
“Beşşar! Bu yedi dinarı ona ver. Çünkü bu
paraya çok muhtaçtır. Benim selamımı da ona ulaştır.”
Beşşar
diyor ki, o yedi dinarı kadına verip İmam (a.s)’ın selamını ona ulaştırdığımda,
o kadın sevincinden düşüp bayıldı. Ayıldığında; “İmam bana mı selam gönderdi?
dedi. “Evet, selamını sana iletmemi istedi”dedim. Üç kez bu soru ve cevap
tekrarlandı. Sonra benden, selamını İmam Sadık (a.s)’a ulaştırmamı ve O’nun
cariyesi olduğunu İmam’a söylememi ve İmam’ın duasına muhtaç olduğunu söyledi.
Onun
yanından döndükten sonra, macerayı İmam’a anlattım, İmam (a.s) da sözlerimizi
dinledi ve ağladığı halde ona dua ettiler.
İmam Sadık (a.s), evinin
masraf sorumlusu olan Mu’teb’e şöyle buyurdular:
“Mu’teb! Cinsler (yiyecek
gıdaları) pahalanıyor, bu yıl evde buğday var mıdır?”
Mu’teb; “Ey Resulullah’ın
torunu! Bir kaç aya yetecek kadar buğday zahire etmişiz.”dedi.
İmam (a.s); “Onları pazara
götür, halkın ihtiyarına bırak ve sat!”buyurdu.
Mu’teb; “Şehirde buğday az
bulunuyor, bunları satacak olursak artık buğday almak bizim için kolay
olmayacaktır.”dedi.
İmam (a.s); “Sen benim
dediğimi yap, buğdayın hepsini, halkın ihtiyarına bırak ve sat!”
Mu’teb;
İmam (a.s)’ın emri doğrultusunda var olan buğdayı götürüp çarşıda sattı
ve neticeyi İmama iletti.
İmam (a.s) ona tekitle
şöyle buyurdular:
“Artık
bundan sonra, benim ekmeğimi, her gün için çarşıdan al; benim evimin ekmeği,
halkın büyük kitlesinin yediği ekmekle bir farkı olmamalıdır. Benim evimin
ekmeği bundan sonra yarısı buğday yarısı da arpadan olmalıdır. Benim,
elhamdülillah yılın sonuna kadar evimi buğday ekmeği ile idare etmeğe gücüm
vardır; ama Allah’ın huzurunda ilahî iktisada ve yaşantıdaki muhasebeye riayet
etmiş olmak için bu işi yapmıyorum!”
Adamın
birisi sürekli olarak İmam’ın yanına gelip ağzına geleni Hazrete söylüyordu
(İmam’a sövüyordu). İmam (a.s)’ın yakınlarından bazıları durumu böyle görünce
İmam’a; “İzin verin biz bu fasığı öldürelim!” dediler.
İmam
(a.s), onların böyle bir hareketine izin vermedi. O adamın mekan ve tarlasının
nerede olduğunu sordular. Daha sonra İmam (a.s) bir bineğe binip onun
tarlasına gitti.
O
adam yüksek bir sesle; “Benim tarlamın içinden gelmeyin, mahsulümü çiğnemeyin!” diye
bağırdı.
İmam
(a.s) o adama yaklaşıp bineğinden aşağı indiler. Gülümseyerek kenarında
oturdular. Daha sonra şöyle buyurdular:
“Bu
ziraata ne kadar masrafın olmuş?”
Tarla
sahibi, “Yüz dinar.”dedi.
İmam (a.s), “Ne kadar (kâr)
elde etmeyi ümid ediyorsun?”diye sordu
Tarla
sahibi, “İki yüz dinar.”dedi.
İmam
(a.s), “Bu üç yüz dinarı al, mahsul da senin kendi malın olsun. Allah Teala
ümit ettiğin şeyi sana bağışlasın.”
Adam
parayı alıp İmam’ın alnından öptü. İmam (a.s) gülümseyip geri döndü (oradan
ayrıldı). İmam Sadık (a.s) ertesi gün camiye geldiler. O adam da camide
oturmuştu. İmam (a.s)’ı görünce; “Allah Teala risaletini, hangi ailede karar
kılacağını daha iyi biliyor” dedi.
İmam
(a.s)’ın ashabı; “Dün ne diyordu, bugün ne diyor?” dediklerinde İmam (a.s)
şöyle buyurdular:
“Siz
dün bana; ‘müsaade edin bu adamı öldürelim’ dediniz, ama ben bir miktar parayla
onu ıslah ettim!”
HALİD’İN VALİSİNE MEKTUBU
Rey ahalisinden (halkından) olan bir şahıs
şöyle diyor:
Yahya
bin Halid, bir kimseyi bize vali tayin etti. Bir miktar maliyet (vergi) borçlu
idim, sürekli benden istiyorlardı. Ama ben onu ödemekten mazurdum. Çünkü benden
almış olsalardı, fakir ve muhtaç olurdum. Valinin, Şii mezhepli birisi olduğunu
bana söylediler. Bununla birlikte yine de onun yanına gitmekten korktum. Çünkü
bu haberin doğru çıkmayarak beni yakalamalarından, borcu ödemeye mecbur
kılacaklarından ve huzurumu bozacaklarından korkuyordum.
Bu
sorunun çözümü için Allah’a sığınmak istedim. Bundan dolayı Allah’ın evi
(Kâ’be)’nin ziyaretine gidip mevlam İmam Sadık (a.s)’ın yanına vardım ve kendi
halimden şikayet ettim.
İmam
(a.s) benim sözlerimi dinledikten sonra valiye şöyle bir mektup yazdılar:
Bismillahirrahmanirrahim
“Bil
ki, Allah’ın arşının altında bir gölge vardır; kardeşine ihsan eden, onun
sorununu gideren veya onun kalbini şen edenden başka bir kimse o gölgenin
altında yer alamaz; ve bu senin kardeşindir. Vesselam.”
Hac amellerini yaptıktan
sonra kendi şehrime geri döndüm. Geceleyin o adamın yanına gidip mülakat için
izin istedim ve “ben Musa bin Cafer’in elçisiyim” dedim.
Valinin
kendisi yalın ayak gelip kapıyı açtı ve iki gözümün arasından öpüp beni bağrına
bastı. İmam (a.s)’ı görmekle ilgili benden soru sorduğu her defasında aynı
hareketi tekrarlıyordu (gözlerimin arasından öpüp beni bağrına basıyordu). İmam’ın
sıhhatinin yerinde olduğunu ona söylediğimde çok sevindi ve Allah’a şükretti.
Daha sonra beni evinin baş tarafına oturttu, kendisi ise karşımda oturdu. İmam
(a.s)’ın ona hitaben yazmış olduğu mektubu ona teslim ettiğimde ayağa kalkıp
mektubu öptü ve onu okudu. Daha sonra para ve elbise istedi; paraları
dinar-dinar, dirhem-dirhem (kuruş-kuruş) bölüp elbiseleri de bir-bir taksim
etti; hatta bölmesi mümkün olmayan malları da bana bağışlıyordu.
O
böldükleri ve bağışladıkları mal ve paraları bana verdikçe; “Kardeş! Seni
hoşnut ettim mi?” diye soruyordu.
Ben
de cevaben; “Evet, Allah’a ant olsun ki, sen benim hoşnutluk ve sevincimi
artırdın” diyordum.
Daha
sonra maliyet (vergi) defterini istedi ve benim adıma yazılan her şeyi (borcu)
sildi ve “bu vergi vermekten muaftır” diye bir mektup da yazıp bana verdi.
Sonra onunla vedalaşıp evime döndüm.
Eve dönerken kendi kendime:
“Ben bu adamın (valinin) hizmetini telafi etmekten acizim, gelecek yıl hacca
müşerref olduğumda onun için dua etmem ve İmam (a.s)’ın huzuruna gittiğimde,
onun benim için yaptığı şeyleri İmam’a anlatmam iyi olur” diye düşündüm.
Bu düşündüğüm işi de
yaptım; benimle o adam arasında geçen şeyleri İmam’a anlattım. İmam (a.s)’ın bu
durumdan sevindiği yüzünden okunuyordu.
İmam’a;
“Mevlam! Bu haber seni sevindirdi mi?” diye sordum.
İmam
(a.s); “Evet, Allah’a and olsun ki, bu haber beni, Emir’ul- Muminin Ali
(a.s)’ı, ceddim Resulullah (s.a.a)’i ve Allah-u Teala’yı hoşnut ve mesrur
etti.” buyurdular.
Yılların birinde Harun
Raşit, Ka’be’nin ziyaretine gitti. Tavaf zamanı, halifenin yalnız tavaf etmesi
için halkın aradan çıkmasını istediler.
Harun
tavaf etmek isterken, bir Arap da gelip onunla tavaf etmeğe başladı. (O adamın
bu ameli halifenin onuruna dokundu, kızarak," bu adamı buradan
uzaklaştırınız." diye emretti.) Memurlar Arap adama; “Halife tavafını bitirene
kadar biraz sabret!" dediler.
Arap
adam onların cevabında şöyle dedi: “Allah-u Teala’nın, bu kutsal yerde herkesi
eşit bildiğini ve Kur’an-ı Kerim’de; “Mescid’ul-Haram’ı
(Ka’be’yi), yerli olsun, dışarıdan gelmiş olsun, onu eşit insanlar için kıldık” diye buyurmuş olduğunu bilmiyor
musunuz?
Harun
bu sözü Arap’tan duyunca kendi muhafızına; “Onunla bir işin olmasın, onu kendi
haline bırak” diye emretti. Sonra “Hacer’ul-Esved”i istilam etmek (ona el
sürmek) için ona doğru gitti. Arap adam orada da öncelikle davranıp ondan önce
Hacer’ul-Esved’i istilam etti!
Daha
sonra Harun, namaz kılmak için Makam-ı İbrahim’e geldi. Yine de Arap adam
Harun’dan önce oraya yetişti ve namaz kılmakla meşgul oldu.
Harun
namazını bitirir bitirmez, o adamı ihzar etmelerini emretti. Adam Harun’un bu
emrini duyunca şöyle dedi: “Benim halifeyle bir işim yoktur, eğer halifenin benimle
bir işi varsa, onun kendisi benim yanıma gelsin!”
Harun
istemediği halde o adamın karşısına gelip ona selam verdi; Arap adam da
selamının cevabını verdi.
Harun,
“Burada oturmama izin veriyor musun?”dedi.
Arap,
“Burası benim mülküm değildir, biz burada eşitiz, istediğin takdirde
oturabilirsin!”dedi.
Harun,
(Arap adamın bu şekil konuşmasından rahatsız olarak ona) Senden dini bir mesele
sormak istiyorum, doğru cevap vermediğin takdirde sana eziyet edeceğim.”dedi.
Arap,
“Senin sorun, (bilmediğin bir meseleyi) öğrenmek için mi, yoksa (bu yolla) bana
eziyet etmek mi istiyorsun?”dedi.
Harun,
“Elbette öğrenmek içindir.”dedi.
Arap,
“Çok iyi! Ama ayağa kalkman ve öğretmeninden bir soru sormak isteyen bir
öğrenci gibi benim karşımda oturman gerekir.”dedi.
Harun
mecburen kalkıp onun karşısında toprak üstünde oturdu.
Harun,
“Söyle bakalım, Allah Teala ne gibi şeyleri sana farz kılmıştır?”dedi.
Arap,
“Farzın hangi kısmından soruyorsun? Bir farzdan mı, beş farzdan mı, on yedi
farzdan mı, otuz dört farzdan mı, doksan dörtten mi, yüz elli üçten mi, on
ikinin birinden mi, kırkta birden mi, iki yüzde beşten mi, ömür boyuca bir defa
olandan mı, veya birbirine karşılık olandan mı soruyorsun?” dedi.
Harun,
“Ben bir farzdan sordum, ama sen bana bunca sayılar saydın!”dedi.
Arap,
“Eğer din, dünyada sayı ve hesap üzere olmasaydı Allah-u Teala kıyamet günü
insanlar için bir hesap açmazdı. Sonra şu ayeti okudu:
“Bir hardal tanesi bile olsa onu
(teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak biz yeteriz.”
Bu esnada Arap adam
halifeyi ismiyle çağırdı. Harun oldukça öfkelendi, öyle ki kıpkırmızı kesildi. (Çünkü
halifenin görüşüne göre herkesin ona Emir’ul- Muminin demesi gerekirdi.) Öfke
ve gazap alameti yüzünde belirdiği halde şöyle dedi:
“Dediğin
şeyleri açıkla! Açıklayabilirsen serbestsin, aksi takdirde Safa ile Merve
arasında boynunun vurulmasını emredeceğim!”
Koruyucu
halifeye; “Allah aşkına onu bu kutsal mekanda öldürme” diye rica etti!
Arap
adam, koruyucunun bu sözünden dolayı güldü!
Harun-
“Niçin güldün?”diye sordu.
Arap,
“Sizin ikinizin halinden gülmem tuttu. Çünkü hanginizin daha cahil olduğunu
bilmiyorum. Zira eceli yetişmiş olan bir kimsenin mi, yoksa eceli yetişmeyen
bir kimseyi öldürmek için acele eden birinin mi affedilmesi isteniyor ?!”dedi.
Harun,
“Velhasıl dediğin şeyleri izah et!”dedi.
Arap,
“Allah Teala’nın, bana neyi farz kıldığı şeyden soru sordun, cevabı şudur ki;
Allah Teala çok şeyleri bana farz kılmıştır.
“Farz
olan bir şeyden mi soru soruyorsun?” sözümden maksadım, İslam dinidir. (Zira
her şeyden önce ona uymak kullara farzdır.)
Beşten
maksadım beş vakit namazlardı; on yediden maksat farz namazların on yedi rekat
olmasıdır; otuz dörtten maksat, namazların secdeleridir; yüz elliden maksat
namazın tesbihleridir; on ikiden birinden maksat, Ramazan ayıdır ki, on iki
aydan sadece bir ayın oruç tutulması farz kılınmıştır; kırkta birinden maksat,
kırk dinar altını olan bir kimsenin zekat olarak bir dinar vermesinin farz
olmasıdır; iki yüzden beşinden maksat, iki yüz gümüş dirhemi olan bir kimsenin,
zekat olarak beş dirhem vermesinin gerekliliğidir.
“Ömür
boyu sadece bir defa farz olandan mı soruyorsun?” sözümden maksadım, Allah’ın
evinin (Ka’be’nin) ziyaretidir ki, ömür boyu sadece bir defa, istitaatı (gücü
ve imkanı) olan kimseye farz olur. Biri birine karşılıktan maksadım, kim haksız
yere bir kimseyi öldürürse, ona karşılık olarak sadece katilin öldürülmesidir.
Allah-u Teala; “En nefs-u bi’n nefs” (Cana karşılık can... kısas edilmelidir)
buyuruyor.
Arap
adamın sözü son bulunca Harun, bu meselelerin tefsir ve açıklanmasından ve
Arab’ın sözünün güzelliğinden bir hayli hoşnut oldu, onun ilim açısından büyük
bir şahsiyet olduğuna kanaat etti ve ona karşı olan öfkesi artık sevgiye
dönüştü.
Arap
daha sonra Harun’a hitaben şöyle dedi:
“Sen
bir takım şeyler benden sordun, ben de cevap verdim. Şimdi ben de senden soru
sormak istiyorum, sen de onlara cevap ver! Cevap vermiş olursan bu bir kese
altın senin kendi malındır, istediğin takdirde onu bu kutsal mekanda sadaka
verebilirsin; cevap veremezsen, o zaman sen, kendi kabilemin fakirleri arasında
taksim etmem için bir kese altın bana vermelisin.
Harun
çaresizlikten bu öneriyi kabul etti. Arap adam Harun’a şöyle bir soru yöneltti:
“Bir
erkek sabahleyin kendisine haram olan bir kadına baktı, ama öğle olunca o kadın
ona helal oldu, ikindi olunca tekrar kadın ona haram oldu; akşam olunca yine o
kadın ona helal oldu, gece olunca tekrar o erkeğe haram oldu, ertesi gün sabah
olunca o kadın ona yine helal oldu, öğle olunca tekrar ona haram oldu, ikindi
olunca yine helal oldu, akşam olunca tekrar haram oldu, gece olunca yine helal
oldu.”
Bu
meseleleri nasıl çözmek gerekir? Biliyorsan ise çöz!”
Harun,
“Ey Arap beni bir denize attın! Lütfen kendin cevap ver.”dedi.
Arap,
“Acayip bir halifesin! Bu çeşit meselelerin çözümünden aciz kalman ve bir de
Müslümanların halifesi olduğunu iddia etmen hiç doğru değildir!”dedi.
Harun,
“İlim senin makamını yükseltmiş, kendin açıkla!”
Arap, “Sabahleyin erkeğin
ona bakması haram olan kadın, parayla satın alınan bir cariye idi, öğle olunca
o erkek onu sahibinden aldı ve böylece ona helal oldu; ikindi olunca onu azat
etti, böylece ona haram oldu; akşam olunca onu nikahladı, böylece ona helal
oldu; gece olunca ona talak verdi, böylece ona haram oldu; ertesi günün sabahı
rücu etti (döndü), böylece kadın ona helal oldu; öğle olunca zihar etti (sen
bana annemin sırtı gibisin dedi), böylece ona helal oldu; ikindi olunca ziharın
keffaretini verdi, böylece ona helal oldu; akşam olunca kadın mürted (kafir)
olarak haram oldu, ama geceleyin tövbe etti ve böylece kocasına helal oldu.”
Harun,
bu cevaba şaşırıp kaldı. On bin dirhemin ona verilmesini emretti. Ama Arap
muhtaç olmadığını söyledi.
Harun,
“Ömür boyu rahat olman için sana aylık bağlamamı istiyor musun?”dedi.
Arap,
“Sana rızk veren beni unutmaz.”dedi.
Harun,
“Borcun varsa söyle ödeyelim.”dedi.
Arap,
“Allah Teala’nın kendisi borçları ödüyor.”dedi.
Harun,
“İsmin nedir?”diye sordu.
Arap,
“ Musa bin Cafer!”dedi.
Harun
İmam (a.s)’ı ilk kez görüyordu, İmam (a.s) da, halkın kendisini tanımaması için
elbisesini değiştirdiğinden dolayı kimse onu tanıyamamıştı.
Muhammed
bin Sinan şöyle naklediyor:
Horasan’da
mevlam Hz. Rıza (a.s)’ın yanında idim. Memun o zamanları genellikle İmam Rıza
(a.s)’ı sağ tarafında oturtuyordu.
Memun’a
bir adamın hırsızlık yaptığını bildirdiler. Memun o adamın getirilmesini emretti.
Hazır olduğunda Memun, alnındaki secde izinden dolayı onu zahitler kıyafetinde
gördü. Bundan dolayı hırsıza; “Öf bu güzel ize ve bu çirkin işe! Acaba
(alnındaki) gördüğüm bu güzel eser ve zahitlik simasıyla mı seni hırsızlık
yapmakla suçluyorlar?”
Zahid
adam, “Ben bu işi (hırsızlığı) çaresiz olduğumdan dolayı yaptım. Çünkü sen,
humus ve ganimetlerden benim payımı vermiyorsun!”dedi.
Memun,
“Senin humus ve ganimetlerde ne hakkın vardır?” dedi
Zahid,
“Allah-u Teala humusu beş yere taksim edip şöyle buyurmuştur:
“Biliniz ki elde ettiğiniz
ganimetin humusu (beşte biri) Allah’ın, Resulün, zevil kurbanın (Peygamber’in
akrabalarının), yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur.”
Yine ganimeti de altı yere
bölüp şöyle buyurmuştur: “Allah’ın o
(fethedilen) şehir halkından peygamberine verdiği fey (mal, servet, toprak
vb.), Allah’a, Peygamber’e, yakın akrabalığı olanlara (Ehl-i Beyt’e), yetimlere,
yoksullara ve yolda kalmışlara aittir? Öyle ki (bu mal ve servet) sizden zengin
olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet olmasın.”
Bu
ayetlerin gereğince, ben yolcu ve yoksul olduğum halde sen beni hakkımdan
mahrum kılmışsın.”dedi.
Memun,
“Acaba ben, senin bu sözlerinle Allah’ın hüküm ve cezalarından birini terk mi
edeyim?”dedi.
Zahid, “İlk önce kendini
arındır, daha sonra başkalarını arındırmaya çalış! İlk önce Allah’ın haddini
(cezasını) kendine uygula, daha sonra başkalarına uygula!”dedi.
Memun
artık cevap veremedi, İmam Rıza’ya dönerek; “Bu konuda senin görüşün nedir?”
dedi.
İmam
Rıza (a.s)- “Bu adamın maksadı şudur ki, sen hırsızlık yaptığın için, o da
hırsızlık yapmıştır!”
Memun
bu sözden öfkelenip hırsızlık yapan adama dönerek şöyle dedi: “Allah’a ant
olsun ki senin elini kestireceğim.”
Zahid,
“Acaba sen mi benim elimi kestiriyorsun, oysa ki sen benim kölemsin?!”dedi.
Memun,
“Yazıklar olsun sana, ben nasıl senin kölen oldum?!” dedi.
Zahid,
“Senin annen Müslümanların malıyla alındığından dolayı seni azat etmedikleri
serece bütün Müslümanların kölesisin; ben de seni azat etmemişim.
Üstelik
sen humusu da yutmuşsun! Binaen aleyh ne Resulullah’ın Ehl-i Beyt’inin hakkını
eda etmişsin, ne de benim ve benim gibi olanların hakkını vermişsin. Bir de
kirli (suçlu) birisi, kendisi gibi çirkefli birisini temizleyemez; temiz bir
kimsenin bulaşık bir şeyi temizlemesi gerekir. Hadde (şer’i cezaya) layık olan
birisi kendisinden başlamadan önce başka birisine had uygulayamaz! Allah
Teala’nın şöyle buyurduğunu duymamış mısın?:
“Siz insanlara iyiliği emrediyorken
kendinizi mi unutuyorsunuz? Oysa siz Allah’ın kitabını okumaktasınız. Yine de
akıllanmayacak mısınız?” dedi.
Bu
esnada Memun İmam (a.s)’a yönelerek; “Bu şahıs hakkında görüşün nedir?” diye
sordu.
İmam
Rıza (a.s) cevaben şöyle buyurdular:
Allah
(c.c) Hz. Muhammed (s.a.a)’e şöyle buyurmuştur:
“Allah
Teala’nın kullara verdiği bir hüccet-i baliğası (üstün ve apaçık delili)
vardır. Hüccet-i baliğa öyle bir hüccettir ki, cahil bir şahısa yetiştiğinde
alim bir şahıs gibi onu anlar, dünya ve ahiret hüccetle ayakta durmuşlardır!”
İmam
Rıza (a.s)’ın sözü buraya vardığında Memun, zahid adamın serbest bırakılmasını
emretti.
Memun
bu olaydan sonra, halkın arasına çıkmıyordu, Hz. Rıza (a.s) hakkında düşünceye
dalmıştı; nihayet İmam (a.s)’ı zehirleyerek şehit etti.
Bir
gün Memun balık avlamak için kendi sarayından dışarı çıktı. Güzergahda, İmam
Cevad (a.s)'ın da içlerinde olduğu bir grup çocukla karşılaştı. İmam Cevad’dan
başka bütün çocuklar kaçtı. Memun bu durumu görünce; “Onu (İmam Cevad’ı) benim
yanıma getirin” diye emretti.
Memun,
“Neden diğer çocuklar gibi sen de kaçmadın?”
İmam
(a.s)- “Ben kaçmama sebep olacak bir hata yapmamıştım, yol da, kenara çekilerek
sana yol açacak kadar dar değildi, istediğin yerden gidebilirdin.”dedi.
Memun,
“Sen kimsin?”diye sordu.
İmam
(a.s), “Ben Muhammed bin Ali bin Musa bin Cafer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyn
bin Ali bin Ebu Talib’im!”dedi.
Memun,
“İlim açısından ne seviyedesin?”diye sordu.
İmam
(a.s), “Benden göklerin haberi hakkında sor!”dedi.
Memun
İmam (a.s)’ın yanından ayrılıp kendi yoluna devam etti. Memun’un elinin
üzerinde beyaz bir avcı doğan vardı. Doğanı bıraktı, doğan uçup bir müddet
gözlerden kayboldu. Daha sonra, diri bir yılanı avlamış
olduğu halde geri döndü. Memun yılanı özel bir yere bıraktı. Sonra
etrafındakilere; “O çocuğun eceli bugün (benim elimle) yetişmiştir!” deyip bir
grup çocuk arasında bulunan İmam Cevad’ı yanına çağırttı.
Memun
İmam Cevad’a: “Sen yer ve göklerin haberinden ne biliyorsun?” diye sordu.
İmam
Cevad (a.s) cevaben şöyle buyurdular:
“Ben
babalarımdan, babalarım da Peygamber (s.a.a)’den, o da Cebrail’den, o da
alemlerin Rabbinden şöyle buyurduğunu duymuşuz:
“Yerle
gök arasında dalgalı ve çalkantılı bir deniz vardır, o denizde karınları yeşil
ve sırtlarında siyah noktalar bulunan bazı balıklar bulunmaktadır. Şahlar,
bilginleri onlarla imtihan etmek için beyaz doğanlarıyla onları avlarlar!”
Memun
bu cevabı duyunca; “Sen, babaların, ceddin ve Rabbin hepiniz doğru söylediniz!”
dedi.
Yaz
mevsiminin sonlarında, Hicri 218. Yılının Recep ayının on ikinci gecesi Abbasi
halifesi olan Memun dünyadan göçtü ve “Tarsus”* bölgesinde toprağa verildi. Ondan
sonra kardeşi Mu’tesim hilafet makamına geçti. Mümkün olan her yolla liderlik
temellerini sağlamlaştırmaya çalışan Mu’tesim, İmam Cevad (a.s) tarafından gelebilecek
tehlikeleri önlemek ve İmam’ın kendisini gözetimi altında bulundurmak için
Hazreti Medine’den Bağdat’a getirtti.
İmam
Cevad (a.s)’ın Bağdat’a yerleşmesinden uzun bir süre geçmemişken, Abbasi
halifesi olan Mu’tesim’in emriyle İmam (a.s) zehirletilerek şahadete erişti. Bu
olay, bir macera sonucu gerçekleşti; o macera şöyledir:
Memun’un kadılarından olan
İbn-i Ebi Duad’ın samimi dostu Zerkan şöyle diyor:
Bir
gün İbn-i Ebi Duad, çok gamlı olduğu halde Mu’tesim’in yanından döndü;
üzüntüsünün sebebini sordum. Cevaben şöyle dedi:
“Bugün,
keşke yirmi yıl bundan önce ölmüş olsaydım diye arzu ettim.”
Zerkan,
“Niçin?”diye sordu.
İbn-i
Ebi Duad, “Mu’tesim’in huzurunda Ebu Cafer (İmam Cevd -a.s-) tarafından benim
aleyhime tamam olan bir meseleden dolayı.” dedi.
Zerkan,
“Meğer ne oldu (mesele ne idi?)”diye sordu.
İbn-i
Ebi Duad, “Bir hırsızı halifenin yanına getirdiler, hırsız kendi hırsızlığına
itiraf etti, halifeden, şer’i cezayı uygulamasıyla (günahının) temizlenmesini
istedi. Halife alimleri bir araya topladı, Ebu Cafer (İmam Cevad) de orada idi.
Halife bize; “Hırsızın eli nereden kesilmelidir?” diye soru sordu. Ben de;
“Bilekten” dedim. Halife; “Delilin nedir?” dedi. Ben de cevaben; “El,
parmaklardan bileğe kadardır. Çünkü Allah-u Teala; “Teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize ondan sürün.” buyurmuştur. Bu ayatten maksat, parmaklardan elin
bileğine kadar olan kısımdır.” dedim.
Alimlerden bazıları da
benim sözümü teyit edip "hırsızın eli bilekten kesilmelidir."
dediler. Bazıları da hırsızın elinin dirsekten kesilmesi kanısında idiler.
Çünkü Allah-u Teala abdest ayetinde şöyle buyurmuştur: “Ellerinizi
dirseklerinize kadar yıkayın...”
Bu
ayet, elin sınırının dirseye kadar olduğuna delalet etmektedir.
Daha
sonra Mu’tesim, Ebu Cafer’e (İmam Cevad’a) dönüp On’a; “Bu mesele hakkında
görüşün nedir?” diye sordu. O da cevaben; “Buradakiler bu konu hakkında
konuştular, beni muaf kıl” dedi. Mu’tesim yine sözünü tekrarladı, o da maziret
istedi. Nihayet Mu’tesim şöyle dedi: “Allah aşkına bu konuda bildiğini söyle.”
Bunun
üzerine Ebu Cafer (İmam Cevad) şöyle dedi:
“Beni
yemine verdiğin için (bu konu hakkında) görüşümü söylüyorum. Bunların hepsi
yanıldılar. Çünkü hırsızın elinin ayasının kalması için parmakları
kesilmelidir.”
Mu’tesim- “Bu fetvanın delili nedir?”
Ebu
Cafer- “Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: “Secde, bedenin yedi uzvuyla
tahakkuk bulur; yüz (alın), iki elin ayası, iki dizlerin kapağı ve iki ayak (
ayaktaki iki büyük parmaklar).” Binaenaleyh eğer hırsızın eli bilekten veya
dirsekten kesilmiş olursa, artık secde zamanı yere bırakacak bir eli kalmıyor.
Allah-u
Teala da buyurmuş ki:
“Secde
yerleri Allah içindir, öyleyse Allah’la birlikte bir kimseyi çağırmayın...”
Secde yerlerinden maksat, yedi uzuvdur; Allah için olan şey kesilmez.”
Mu’tesim,
bu sözden hoşu gelip hırsızın sadece parmaklarının kesilmesini emretti.
İbn-i
Ebi Duad sonra şöyle ekliyor:
Bu
esnada halim öyle bir şekilde değişti ki sanki kıyamet kopmuştu, keşke ölseydim
de böyle bir günü görmeseydim diye arzu ettim.
Üç
günden sonra Mu’tesim’in yanına gidip ona şöyle dedim:
“Halifenin
hayrını isteyerek ona tavsiye etmek bana farzdır; ben şimdi ateşe (cehenneme)
girmeme sebep olacak bir söz söyleyeceğim.”
Mu’tesim;
“Hangi sözü söyleyeceksin?” diye sordu. Ben de cevaben şöyle dedim: “Halife
kendi meclisinde, bir dini mesele için fakih ve alimleri topluyor, ordunun
komutanları ve ülkenin büyük şahsiyetlerinin bulunduğu ve dinledikler bir yerde
bir meselenin hükmünü onlardan soruyor, onlar da cevap veriyorlar, ama halife
alimlerin görüşlerini kabul etmiyor, sadece Müslümanların yarısının imamet ve
önderliğine inandıkları ve onu hilafete (daha) layık bildikleri bir kişinin
sözünü kabul ediyor. Bu, halife için güzel değildir!”
Bu esnada
halifenin rengi değişti ve sarsılıp şöyle dedi:
“Bana iyi
tavsiye ettiğinden dolayı Allah sana mükafat versin.”
Daha
sonra Çarşamba günü katiplerinden birine, Ebu Cafer’i (İmam Cevad’ı) evine
davet etmesini emrettı: O da öyle yaptı. Ama Ebu Cafer kabul etmeyip mazeret
istedi. Fakat Mu’tesim kendi davetinde ısrar edip şöyle dedi: “Mübarek
ayaklarını teberrük etmem için evime gelmen gerekir. Ayrıca halifenin
vezirlerinden bir kaç kişi seni görmek istiyorlar.”
Ebu
Cafer mecburen halifenin davetini kabul etti ve onun evine gitti. Ama onlar Ebu
Cafer’in yemeğine zehir dökmüşlerdi. Yemekten yer yemez, yemeğin zehirle
karıştırıldığının farkına vardı. Bu yüzden kalkıp hareket etmek istedi. Ev
sahibi ise kalmasını rica etti. Ama o; “Senin evinde olmamam senin için daha
iyidir!” dedi.
Ebu
Cafer (İmam Cevad) bir süre rahatsızdı, nihayet zehir bütün bedenine işledi;
sonuçta dünyaya gözlerini kapattı (şehit oldu).
Bir
şahıs, Yusuf bin Yakub’u Abbasi halifesi olan Mütevekkil’e ispiyonladı.
Mütevekkil, onu cezalandırmak için ihzar etti.
Yusuf;
“Eğer Allah Teala beni sağ-salim evime geri çevirir ve Mütevekkil’den taraf
bana bir zarar dokunmazsa İmam Ali Naki’ye yüz eşrefi (18 nohut ağırlığında
altın) vereceğim” diye adakta bulundu.
O
sırada halife İmam (a.s)’ı Hicaz’dan Samerra’ya getirip kendi yanında tuttu. İmam
(a.s) da geçim açısından sıkıntı içerisinde idi.
Yusuf,
Samerra’nın girişine yetişince kendi kendine şöyle dedi: “Mütevekkil’in yanına
gitmeden önce yüz eşrefiyi İmam’a vermem daha iyi olur. Ama İmam’ın evini
tanımıyorum, diğer taraftan da Mütevekkil onunla görüşmeyi yasaklamıştır, kimse
onun evine gidemiyor. "Burada ne geziyorsun." diyebilirler.”
Bu
düşündeyken bineğimi serbest bırakmam ve böylece kimseden sormadan Allah’ın
lütfuyla İbn’ur- Rıza’nın (İmam Hadi’nin) evine gitmem aklımdan geçti. Bineği
serbest bıraktım, pazar ve sokaklardan geçip bir evin önünde durdu. Her ne
yaptımsa hareket edip oradan geçmedi. Bir adama; “Bu ev kimin evidir?” diye
sordum. "Rafiziler’in İmamı olan İbn’ur-Rıza’nın evidir." dedi!
Bu
hadiseyi, İbn’ur- Rıza’nın azametinin bir nişanesi olarak telakki ettim. Bu
haldeyken evden bir zenci hizmetçi dışarı çıkıp; “Yusuf bin Yakub sen misin?”
diye sordu. "Evet benim" dedim. Bineğinden in dedi. Ben de binekten
indim, beni eve aldı.
Ben
kendi kendime: "Bu, İbn’ur- Rıza’nın hakkaniyetinin ikinci
delilidir." dedim. Çünkü beni görmemişken tanıdı!
Köle
daha sonra; “Adadığın yüz eşrefiyi bana ver” dedi.
Ben yine kendi kendime:
"Bu da O Hazretin hakkaniyetinin üçüncü delili!" dedim. Parayı
(eşrefileri) hizmetçiye verdim o da alıp gitti, biraz sonra gelerek beni evin
içine götürdü. İçeriğe girince azametli bir şahsın yalnız başına oturmuş
olduğunu gördüm. Bana hitaben; “Ey Yusuf! İslam’ı seçmen için yeterli miktarda
delil görmedin mi?” dedi. Ben de; “Yeterli miktarda gördüm” dedim.
İbn’ur-
Rıza bu sözüm üzerine şöyle buyurdu: “Heyhat! Sen Müslüman olmayacaksın, ama
senin oğlun İshak Müslüman ve Şii olacaktır. Ey Yusuf! Halk zannediyor ki,
sizin bize karşı olan sevgi ve dostluğunuzun faydası yoktur. Allah’a ant olsun
ki, onların zannettikleri gibi değildir. Kimin bize karşı sevgisi olursa, ister
Müslüman olsun ister gayri Müslüman faydasını mutlaka görecektir. Huzurlu
olarak Mütevekkil’in yanına git, hiç kaygı ve düşüncen olmasın. Sen bu şehre
vardığında Allah Teala, seni buraya getirmek için bir meleği görevlendirdi;
seni buraya getiren hayvan da ahirette cennete gidecektir.”
Abbasi
halifesi olan Mütevekkil, askeri gücüne dayanarak muhaliflerini korkutmak
istiyordu. Böyle bir düşünceye sahip olduğundan dolayı, bir ara, doksan bine
ulaşan ordusunun fertlerine, at torbalarını kırmızı toprakla doldurup geniş bir
çölde onları üst üstte dökmelerini emretti.
Askerler,
Mütevekkil’in emrini yerine getirdiklerinde üst üste dökülmüş yığınla
topraklardan büyük bir dağ oluştu. Mütevekkil tepenin üzerine çıkıp İmam Hadi
(a.s)’ı kendi yanına çağırarak; “Ordumu görmen için seni buraya çağırdım!”
dedi. Üstelik Mütevekkil, ordusuna, savaş elbiselerini giyip silahla donanmalarını
da emretmişti.
Mütevekkil’in
bu hareketten amacı, inkılapçıları (hükümet aleyhine ayaklanmak isteyenleri),
özellikle Mütevekkil’in aleyhine kıyam emri verebilecek güce sahip olan İmam
Hadi (a.s)’ı tehdit etmekti.
İmam
Hadi (a.s) Mütevekkil’in bu hareketten amacının ne olduğunu bildiğinden dolayı ona
şöyle buyurdu: “Acaba sen de benim ordumu görmek istiyor musun?”
Mütevekkil;
“Evet” dedi.
İmam
(a.s) bu esnada bir dua okudu! Aniden yerle gök ve doğuyla batı arası silahlı
meleklerle dolmuş oldu. Mütevekkil bu durumu görünce düşüp bayıldı.
Irak’ın
ünlü filozofu “İshak-i Kindi” zamanın birinde, kendi zannıca Kur’an’ın çelişen
ve mütenakız ayetleri hakkında bir kitap yazmayı düşündü ! Bu işi yapması için
evinde oturup bir şeyler yazmakla meşgul oldu.
Bir
gün onun öğrencilerinden biri İmam Hasan Askeri (a.s)’ın huzuruna vardı.
İmam (a.s),“Acaba sizin
aranızda üstadınızı, Kur’ân hakkında başlattığı işten alıkoyabilecek yiğit
birisi var mıdır?”dedi.
Öğrenci,
“Biz onun öğrencilerindeniz, onun bu işi veya diğer işleri hakkında onu nasıl
bu işten vazgeçirebiliriz?”
İmam
(a.s), “Sana öğretmek istediğim şeyi üstadının yanında yapmaya hazır
mısın?”dedi.
Öğrenci,
“Evet.”dedi.
İmam
(a.s), “Onun yanına git, ona karşı çok sıcak ve şefkatli davran; öyle ki artık
birbirinize ünsiyet etmiş olasınız. Yapmak istediği işlerde ona yardımcı ol.
Tam samimi olduğunuzda ona de ki; “Aklıma bir soru takılmıştır, onu söylemek
için izninizi istiyorum, zaten sizin gibi birisinden bu izin
beklenmektedir." Daha sonra şöyle de: “Eğer bu Kur’anın yaratıcısı senin
yanına gelip de; Benim bu sözden maksadım senin düşündüğün mana değildir."
derse nasıl olur?”
Üstat
sana, “Evet, böyle bir şey diyebilir?” diyecektir. Çünkü üstadın senin ne
söylediğini çok iyi anlıyor. Cevap verdiğinde ona de ki: “Sen Kur’an’ın
maksadını nereden anladın? Şayet sizin zannettiğiniz gibi değildir !”
Öğrenci
İmamdan bu sözleri öğrendikten sonra filozofun yanına gitti. İmam’ın buyurduğu
gibi ilk önce onunla samimi ve dost olmaya çalıştı, daha sonra İmam’ın ona
öğrettiği sözü üstada söyledi. Bu söz onu çok etkiledi. Öğrenciye; “Dediğin
sözü bir kez daha tekrarla” dedi. O da söylemiş olduğu sözü tekrarladı.
Filozof,
biraz düşündükten sonra şöyle dedi: “Söylediğin söz, lügat (sözcük) açısından
mümkündür, bakış açısından da dikkate şayandır.”
Başka
bir rivayete göre filozof ona şöyle dedi: “Allah aşkına söyle bakalım, bu sözü
kimden öğrendin?”
Öğrenci
ilk önce o sözün kendi sözü olduğunu söyledi. Ama filozofun ısrarıyla gerçeği
söyleyerek "İmam Hasan Askeri’den öğrendim." dedi.
Filozof
sonra şöyle dedi:
“Şimdi
doğruyu söyledin. Çünkü böyle bir sözü o aileden başkası söyleyemez.” Filozof
daha sonra, yazdığı bütün şeyleri yakmalarını emretti!
Hz.
Hüccet bin Hasan İmam- ı Asr (Hz. Mehdi -a.s-) Hicretin 255. yılı Şaban ayının
on beşinde “Samerra”da gözlerini dünyaya açtı.
İmam
Muhammed Taki (a.s)’ın kızı Hekime şöyle naklediyor: İmam Hasan Askeri (a.s)
beni çağırıp şöyle buyurdu: “Hala ! Bu gece Şaban ayının yarısıdır, bu gece
bizim yanımızda iftar et! Allah Teala bu gece kendi hüccetini aşikar edecektir (dünyaya
getirecektir.)
Hekime, “Doğacak oğlun
annesi kimdir?”diye sordu.
İmam (a.s),
“Nercis’tir.”dedi.
Hekime,
“Fedan olayım ! Ben onda hamilelikle ilgili hiçbir eser görmüyorum!”dedi.
İmam
(a.s), “Maslahat budur; dediğim gibi olacaktır.”diye buyurdu.
Hekime
şöyle ekliyor: Eve girdim, selam verip oturdum. Nercis hatun geldi, ayakkabılarımı
çıkarıp şöyle dedi:
-
“Benim banum (hanım efendi)! İyi geceler.”
Hekime,
“Bizim ailenin banusu sensin!”dedi.
Nercis, “Hayır! Ben nerede,
bu yüce makam nerede!”dedi.
Hekime,
“Kızım! Bu gece Allah-u Teala sana öyle bir evlat verecek ki, dünya ve ahiretin
efendisi olacaktır.”dedi.
Hekime
diyor ki: Nercis bu sözü benden duyunca utanarak oturdu. Ben namazımı kıldım,
iftar edip uyudum. Gece yarısı uyandım, gece namazını kıldım, Nercis’in de
uyumuş olduğunu gördüm, onda doğum alametlerinden hiçbir şey gözükmüyordu.
Namazın takibinden (dua ve zikirden) sonra tekrar yattım. Çok geçmeksizin
ıstırapla kalktım, Nercis’in de uyanmış olduğunu gördüm; namaz kılıyordu. Ama
yine de doğum nişanelerinden hiçbir şey onda gözükmüyordu. Biraz şüpheye
düştüm.
Bu
esnada İmam Hasan Askeri (a.s) kendi yerinden yüksek bir sesle; “Halacığım!
Acele etme, doğum vakti yaklaşmıştır.” buyurdular.
İmam’ın
sesini duyduktan sonra, Elif lam Mim (Bakara), Secde ve Yasin surelerini
okumakla meşgul oldum. Aniden Nercis ıstırapla uykudan uyandı ve ayağa kalktı.
Ben ona yaklaştım, Allah’ın ismini dile getirdim (söyledim), "kendinde bir
şey hissediyor musun?" diye sordum.
Nercis,
“Evet, halacığım!” dedi.
Hekime,
“Mustarip olma, güçlü ol; işte bu sana verilen müjdedir.”dedi.
Daha
sonra beni ve Nercis’i uyku bastı. Uyananca, o göz nurunun doğmuş olduğunu
gördüm, yedi uzvuyla secde halinde idi. Onu kucağıma aldım, onun doğum pisliğinden
tertemiz olduğunu gördüm.
Bu
sırada İmam Hasan Askeri (a.s) bana seslenerek; “Halacığım! Oğlumu yanıma
getir” diye buyurdular.
Ben de o çocuğu İmam’ın
yanına götürdüm. İmam (a.s) onu bağrına bastı, dilini onun ağzına bıraktı,
elini gözü ve kulağına sürerek; “Oğlum! Benimle konuş” buyurdu. O bebek de
şöyle dedi:
“Eşhedu
en la ilahe illellah, vahdehu la şerike leh ve eşhedu enne Muhammed’en
Resulullah.”
Daha
sonra Hz. Ali’den babası İmam Hasan Askeri’ye kadar diğer İmamlara salat ve selam
gönderdi. Sonra sustu.
İmam
(a.s): “Halacığım! Onu annesinin yanına götür, ona da selam versin; sonra
tekrar yanıma getir!” buyurdu. Onu annesinin yanına götürdüm, selam verdi,
annesi de onun cevabını verdi. Tekrar onu babasının yanına götürdüm..."
Allame
Meclisi (r.z) babasından şöyle naklediyor:
Bizim
zamanımızda Emir İshak Esterabadi (r.z) isminde çok mümin ve salih bir şahıs
vardı. Kırk defa yaya olarak hacca gitmişti. Halk arasında tayy’ül arz (bir
anda kaç fersah yolu kat eden) lakabıyla meşhur olmuştu. Bir yıl İsfahan’a
geldi. İsfahan’a geldiğinden haberim olunca görüşüne gittim. Hal hatır
sorduktan sonra ona; “Acaba gerçekten sizin tayy’ül arz’ınız var mı? Çünkü halk
arasında böyle meşhur olmuştur” dedim.
Cevaben
şöyle dediler:
Bir
yıl Mekke’ye müşerref oldum, hac kafilesiyle bir konağa vardık, o konaktan
Mekke’ye yedi veya dokuz konak (elli fersahtan fazla) bir mesafe vardı. Ben
bazı sebeplerden dolayı kafileden geriye kalmıştım, yavaş-yavaş tamamıyla
onlardan ayrı düştüm. Asıl caddeyi kaybettiğimden dolayı şaşkınlık içerisinde
kalmıştım. Susuzluk beni öyle etkilemişti ki, diri kalacağımdan artık ümidimi
kesmiştim. Bir kaç defa; “Ey Salih! Ey Eba Salih! (Ey İmam-ı Zaman!) Beni
caddeye hidayet et” diye feryat ettim.
Bu
sırada uzaktan bir şebeh (karartı) gördüm, düşünceye daldım! Kısa bir süreden
sonra o şebeh yanımda hazır oldu. Buğday renkli, güzel simalı ve temiz elbiseli
bir genç olduğunu gördüm. Siması büyük bir şahsiyet olduğunu gösteriyordu, bir
deveye binmişti, yanında da bir su kabı vardı. Ona selam verdim, o da selamın
cevabını verdikten sonra “Susuz musun?” diye sordu. Ben de; "Evet
susuzum." dedim. Su kabını bana verdi, ben de o sudan içtim. Sonra;
“Kafileye yetişmek istiyor musun?” diye sordu.
Sonra
beni devenin arkasına bindirdi, birlikte Mekke’ye doğru hareket ettik. Ben her
gün “Hırz-i Yemani” duasını okurdum, yine o duayı okumakla meşgul oldum. Duanın
bazı cümlelerinin yanlış olduğunu tezekkür verip şöyle oku diyordu.
Bir
kaç dakika geçmeksizin bana; “Burayı tanıyor musun?” diye sordu. Bakınca Mekke
olduğunu gördüm. “İniniz!” diye emrettiler. İndiğimde geri dönüp gözlerden
kayboldu. Bu esnada onun İmam Mehdi (a.s) olduğunun farkına vardım.
Ondan
ayrılmama ve onunla birlikte olup da onu tanımadığımdan dolayı çok üzüldüm.
Yedi gün geçtikten sonra, bizim kafilemiz Mekke’ye ulaştı.
Kafilemizde
olanlar, benim sağ kalmamdan ümitlerini kestikten sonra birden beni Mekke’de
gördüler. İşte bu yüzden halk arasında tayy’ül arz’a sahip olmakla meşhur
oldum.
Allame
Meclisi (r.a) bu hikayeyi naklettikten sonra, babasının şu sözünü de ekliyor:
“Hırz-ı Yemani” duasını onun yanında okudum, yanlış yerlerini düzeltti, onu
nakil ve tashih etmeyi bana icaze verdiğinden dolayı da Allah’a şükür ediyorum.
ZAMAN (A.S)
Necef’ul-
Eşref’’in yakınlarında yer alan “Hille” şehrinin muhlis şiilerinden olan Ebu
Racih, o şehrin umumi hamamlarından birisinin sorumlusu idi. Bundan dolayı o
şehrin halkının çoğu onu tanıyorlardı. O zaman “Hille” şehrinin valisi Mercan
Sağir isminde bir şahıs idi. Bazı kimseler, Ebu Racih-i Hemmami’nin Resulullah
(s.a.a)’in münafık ashabından bazılarına dil uzattığını ona söylediler. Vali o
şahısın ihzar edilmesini emretti.
Onu
getirdiklerinde onun suratına o kadar yumruk ve tekme vurdular ki, dişleri
yerinden çıktı! Dilini çıkarıp çuvaldızla deldiler, (bıçakla) burnunu kestiler,
onu çok vahim bir halde bir grup gaddar kimselere teslim ettiler. O zalimler de
onun boynuna bir ip atıp Hille şehrinin sokak ve caddelerinde dolaştırdılar!
Bedeninden
o kadar kan aktı ki, artık yürümeye gücü kalmadı, onun yaşayabileceği ümit
edilmiyordu. Vali onu öldürmek isteğinde, orada hazır olanlardan bazıları şöyle
dediler:
“O
yıpranmış yaşlı bir kişidir, yeterince cezalandırılmıştır, ister istemez çok geçmeksizin
ölecektir, siz onu öldürmekten vazgeçiniz.”
Ama
ertesi günü halk, onun namaz kılmakla meşgul olduğunu görünce şaşırıp kaldılar;
her açıdan salimdi, dişleri kendi yerinde idi, bedeninin yaraları iyileşmişti,
o yaralardan hiçbir eser göze çarpmıyordu. Hayretle ona şöyle dediler:
“Nasıl
oldu ki kurtuldun, sanki sana hiç dayak yememişsin?!”
Ebu
Racih cevab olarak şöyle dedi:
“Ben
ölüm yatağına düştüğümde, hatta dilimle mevlam Hz. Veliyy-i Asr (a.s)’dan
yardım dileyecek bir gücün bile kalmamıştı; bundan dolayı kalbimde O Hazrete
tevessül ettim, O’ndan yardım diledim. Gece tam karanlık çöktüğünde, aniden
evim aydınlandı! O anda gözüm mevlam İmam Zaman (a.s)’ın cemalına ilişti, İmam
(a.s) yanıma gelip mübarek elini yüzüme çekti ve şöyle buyurdu:
“Kalk!
Ailenin geçimini temin etmek için dışarı çık; Allah Teala sana şifa verdi!”
Şimdi
sağlığımın yerinde olduğunu sizler de görüyorsunuz.
Onun sağlık ve bu ilginç durumunun haberi çok
geçmeksizin her tarafa yayıldı. Hille’nin valisi kendi memurlarına, Ebu Racih’i
onun yanına ihzar etmelerini emretti. Onu getirdiklerinde vali, Ebu Racih’in
kıyafetinin tamamiyle değişmiş olduğunu, yüzü ve bedenindeki onca yaralardan
hiçbir eser kalmadığını gördü; dünkü Ebu Racih ile bugünkü Ebu Racih kesinlikle
kıyas edilemezdi!
Vali
bu durumu görünce, onun kalbine bir korku düştü; o bu olaydan o kadar etkilendi
ki, artık ondan sonra (çoğu Şia olan) Hille halkına karşı tavırları tamamen
değişmiş oldu.
Hille
valisi önceleri, Hille’de İmam Zaman (a.s)’ın makamıyla meşhur olan yere
geldiğinde, o kutsal mekana saygısızlık yapması için alay edercesine kıbleye
sırt çeviriyordu. Ama bu olaydan sonra, o kutsal mekana gelip kıbleye doğru
dizleri üstünde oturuyordu ve Hille halkına saygılı davranıp onların
yanlışlıklarını görmezlikten geliyordu ve iyi iş yapanlara iyilik yapıyordu.
Bununla birlikte ömrü çok uzun sürmedi.
Ebu
Müslim şöyle diyor:
Bir
gün ben, Hasan-ı Basri ve Enes bin Malik birlikte Ümmü Seleme’nin ( Peygamberin
zevcesi) evine gittik. Enes evin kapısı önünde oturarak içeri girmedi. Ama
benle Hasan-ı Basri içeriye geçtik. Hasan-ı Basri Ümmü Seleme’ye selam verdi, o
da selamın cevabını verdi.
Daha
sonra Ümmü Seleme; "Evladım sen kimsin?"diye sordu.
Hasan-ı Basri, "Ben
Hasan-ı Basri’yim."dedi.
Ümmü
Seleme, "Niçin gelmişsin?"diye sordu.
Hasan-ı
Basri, "Resulullah (s.a.a)’in Ali bin Ebu Talib hakkındaki hadisini bana
söylemen için gelmişim."dedi.
Ümmü
Seleme, "Allah’a ant olsun ki, bu iki kulağımla Peygamber’den duyduğum bir
hadisi sana söyleyeceğim; eğer yalan söylemiş olursam sağır olayım! Bu iki
gözümle gördüm, görmemiş isem kör olayım! Kalbim onu almıştır, eğer buna
tanıklık etmezse Allah onu mühürlesin! Eğer Resulullah (s.a.a)’den duymamış ise
dilsiz olayım. Resulullah (s.a.a) Ali bin Ebu Talib’e şöyle buyurdular:
“Ya
Ali! Kim kıyamet günü Allah’ın huzurunda hazır olduğu gün senin velayetini
inkar ederse, müşrik ve puta tapanların safında yer almış olacaktır.”
Hasan-ı
Basri bu hadisi duyunca şöyle dedi:
“Allâh-u
Ekber, tanıklık ediyorum ki, gerçekten Ali bin Ebu Talib benim ve bütün
müminlerin mevlasıdır.”
Ümmü
Seleme’nin evinden dışarı çıktığımızda, Enes bin Malik, Hasan-ı Basri’ye;
"Neden tekbir getirdin?"diye sordu. O da sebebini ona açıkladı. Bunun
üzerine Peygamber’in hizmetçisi Enes bin Malik şöyle dedi: “Bu Hadisi,
Resulullah (s.a.a) üç, dört defa buyurmuştur.”
İki
eli, iki ayağı kesilmiş ve her iki gözü de çıkmış olan bir adam; “Allah’ım beni
ateşten koru!” diye feryat ediyordu.
Bir
şahıs ona; “Senin için bir ceza kalmadığı halde yine de Allah’ın seni ateşten
korumasını mı istiyorsun? dediğinde o adam şöyle dedi:
Ben
Kerbela’da idim, İmam Hüseyin öldürüldüğünde, onun üzerinde değerli bir şalvar
ve kuşağın olduğunu gördüm, bütün elbiseleri yağmalanmıştı, sadece üzerinde bir
şalvar kalmıştı.
Hüseyin’in
(a.s) bedenine doğru yaklaştım, o kuşağı açmak istediğimde, elini kaldırıp onun
üzerine koydu! Elini kenara itemedim, bu yüzden elini kestim. Yine o kuşağı
açmak istediğimde bu defa sol elini o kuşağın üzerine koydu! Her ne yaptımsa
elini onun üzerinden kaldıramadım. Bundan dolayı sol elini de kestim! Yine de o
kuşağı açmak istedim, bu anda zelzelenin korkutucu sesini duydum! Korkarak
kenara çekildim, geceleyin şehitlerin parça-parça olan bedenlerinin kenarında
yattım.
Uyku
aleminde güya Hz. Muhammed (s.a.a)’in Hz. Ali ve Fatime (a.s) ile gelip İmam
Hüseyin’i öptüğünü gördüm.
Hz.
Peygamber; “Oğlum seni öldürdüler mi? Allah da seni bu hale sokanları
öldürsün!” buyurdu.
İmam
Hüseyin; “Beni Şimr öldürdü, burada yatan bu şahıs da benim ellerimi kesti.”
dedi.
Fatime
(a.s) da bana bakıp şöyle dedi: “Allah el ve ayaklarını kessin,gözlerini
çıkarsın ve seni ateşe soksun!”
Uykudan
uyandım, el ve ayaklarımın kesildiğini ve kör olduğumu anladım. Fatime’nin
(a.s) üç duası kabul olmuştur, ama dördüncüsü (ateşe atılmak) halen duruyor.
İşte bundan dolayı; “Allah’ım beni ateşten koru!” diye dua ediyorum.
Yezid’in
oğlu Muaviye hilafetten kenara çekildiğinde minbere çıkıp şöyle bir konuşma
yaptı:
“Benim
size emirlik etmeğe isteğim yoktur, razı olduğunuza da inanmıyorum. Ama siz
bize düçar oldunuz, biz de size düçar olduk!
Ceddim
Muaviye, geçmişi ve makamı kendisinden daha güzel olan Ali bin Ebi Talip ile
hilafet hususunda münazaa ve muhalefet etti (savaştı). Ceddimin bu tavrıyla ne
kadar çirkin işler işlediğini biliyorsunuz; siz de onunla beraber ne
yaptığınızı iyice biliyorsunuz. Nihayet kendi amelinin rehini olup kabre
koyuldu. Allah günahlarını affetsin. (Laanehullah)
Muaviye’den
sonra hilafet benim babam olan Yezid’in eline geçti; bu işe yanaşmaması daha
iyi idi. Çünkü o hilafete layık birisi değildi. O, yapmaması gereken işi yaptı,
yaptığı bu hatayı iyi bir iş sanıyordu. Onun da çok geçmeksizin zamanı tükendi
ve (tutuşturduğu fesat) ateşi söndü. Yaptığı çirkin işlerine olan hüznümüz
ölümüne olan hüznümüzü bize unutturdu. İnna lillah ve inna ileyhi raciun.
Şimdi
ben bu ailenin üçüncü ferdiyim, benim halife olmama gönlü olmayanlar, gönüllü
olanlardan daha çoktur. Ben sizin günahlarınızı taşıyamam. Bu siz, bu da hilafetiniz;
onu alın, kimi isteseniz ona verin!”
Bu
sırada Mervan bin Hakem ayağa kalkıp şöyle dedi: “Ey Eba Leyla! Siz Ömer’in
sünnetine göre amel edin!”
Yezid’in
oğlu, Mervan’ın şöyle dedi: “Ey Mervan! Beni dinimden saptırmak mı istiyorsun!
Ömer’in kişileri gibi sen de bana kişiler getir, sonra onu (hilafeti) onların
arasında şuraya bırak!”
Daha
sonra şöyle dedi:
“Allah’a
ant olsun ki, eğer hilafet, bir ganimet idiyse biz payımızı ondan aldık, yok
eğer şer idiyse, Ebu Süfyan evlatlarına bu miktarı yeter!”
Minberden
aşağı inince annesi ona; “Keşke sen hayızlının kullandığı bez olsaydın!” dedi.
Muaviye de annesinin cevabında :
“Keşke
öyle olsaydım da Allah’ın O’na karşı isyan edenleri ve başkalarının hakkını
alanları ateşle cezalandıracağını bilmiş olmasaydım!”dedi.
MEKKE’DE
KONUŞMASI
Emevi
halifesi olan Abdulmelik bin Mervan, Mekke’de konuşma yapıyordu. Sözleri öğüt
ve nasihate yetiştiğinde, toplumun arasından bir adam kalkıp şöyle dedi:
“Yeter! Yeter! Siz emrediyor fakat kendiniz çirkin işlerden kaçınmıyorsunuz,
öğüt veriyorsunuz fakat kendiniz öğüt almıyorsunuz! Acaba biz sizin amelinize
mi uyalım yoksa sözünüze mi itaat edelim?!
Eğer
"bizim sünnetimize (takındığımız tavra) uyun." derseniz, zalimlere
nasıl uyabiliriz veya Allah’ın malını kendi servetleri bilen ve O’nun kullarını
kendi kulları sayan günahkarlara hangi delile göre itaat etmemiz gerekir?
"Eğer bizim düsturlara uyun ve nasihatlerimizi kabul edin." derseniz,
kendisine nasihat etmeyen başkalarına nasihat edebilir mi? Adil olmayan bir
kimseye itaat etmek caiz midir?
Eğer,
"ilmi nerede bulursanız alın ve nasihati kimden olursa kabul edin."
derseniz, şayet bizim aramızda, sizden güzel konuşan, güzel söz söyleyen bazı
kişiler olabilir!
Hilafetten
el çekiniz, baskı sistemini kaldırınız, şayet şehirlerde ve çöllerde avare olan
kimseler çıkıp bu hilafeti üstlenerek hükümeti güzel bir şekilde idare
edebilirler!
Allah’a
ant olsun ki, biz kesinlikle size uymadık (biat etmemişiz), sizi kendi mal, can
ve dinimize musallat kılmadık ki bize karşı zalimler gibi davranasınız. Biz
kendi zamanımızın durumunu çok iyi biliyoruz, sizin hükümet süresinin son
bulmasını ve bütün eziyet ve mihnetlerin yok olmasını bekliyoruz.
Sizlerden
hilafet tahtına oturmuş olan herkesin belli bir süresi vardır, o süresi
dolunca, büyük-küçük amellerinin hepsini yazılmış olan dosyasında okuyacak ve o
zaman zalimler ne kadar zulüm yaptıklarını anlayacaklardır!”
Bu
esnada halifenin silahlı memurlarından biri yanına gelip onu yakaladı, artık
ondan hiçbir haber çıkmadı!
Ubeydullah
bin Bezzaz en-Nişaburî şöyle diyor:
Ben
Hamid bin Kahtabe-i Tusi ile muamele yaptım. Bir gün onunla görüşmek için
yolculuğa çıktım. Oraya yetiştiğimde benim oraya geldiğimden haberi oldu.
Yolculuk elbisesini henüz üzerimden çıkarmamışken beni yanına çağırttı. Bu olay
Ramazan ayının öğle vakti vuku buldu.
Onun
yanına gittim, onu içerisinden su geçen bir odada gördüm, selam verdim. Hamid,
ibrik ve leğen getirerek ellerini yıkadı. Benim de ellerimi yıkamamı istedi.
Daha sonra yemek sofrasını açtılar. Ben Ramazan ayı ve oruçlu olduğumu
unutmuştum. Ama az sonra Ramazan ayı olduğunu hatırladım, hemen yemekten el
çektim.
Hamid
bana; “Ne oldu? Niçin yemek yemiyorsun?” dedi. Ben de cevabında; “Ramazan
ayıdır, ben orucumu iftar etmem için ne hastayım, ne de bir mazeretim vardır.
Ama siz neden oruçlu değilsiniz?!”
Emir (Hamid): “Orucumu yememin özel bir sebebi
yoktur, sağlığım da yerindedir.” dedi. Daha sonra gözleri yaşararak ağladı.
Yemeği yedikten sonra ona; “Ağlamanın sebebi nedir? diye sordum. Cevaben şöyle
dedi:
“Harun
Raşid Tus’da olduğunda, gecelerin birinde beni istedi, huzuruna gittiğimde,
önünde bir mumun yandığını ve yanında kınından çıkarılmış bir kılıcın olduğunu
gördüm. Onun hizmetçisi de ayak üstünde durmuştu. Onun karşısında yer aldığımda
başını aşağı eğip "evine geri dön." diye emretti.
Evime
yetiştikten uzun bir zaman geçmeden Harun’un memuru gelerek; “Halifenin seninle
işi vardır” dedi.
Kendi
kendime; “İnna lillah! Harun beni öldürmek mi istiyor?” dedim. Korktuğum halde
onun yanına gidip karşısında hazır oldum.
Harun;
“Emir’ul- Muminine nasıl itaat ediyorsun?” diye sordu.
Ben
de; Canım, malım, ailem ve evladımla” dedim.
Harun
gülümseyip geri dönmemi emretti.
Evime
yetiştiğimde yine Harun’un memuru gelerek; “Emir’in seninle işi vardır” dedi!
Ben
yine Harun’un huzuruna gittim, eski halinde oturmuştu. Bana; “Emir’ul-
Muminin’e nasıl itaat ediyorsun?” diye sordu. Ben de; “Canım, malım, ailem,
evladım ve dinim ile” dedim. Harun bu sözümden dolayı güldü. Sonra bana; “Bu
kılıcı al , bu köle sana ne emrettiyse onu yap!” dedi.
Hizmetçi
kılıcı götürüp bana verdi. Beni, kapısı anahtarlı olan bir bahçeye götürdü,
kapıyı açtı, bahçenin içerisinde bir kuyu ve kapısı anahtarlı olan üç oda
vardı. Hizmetçi o odalardan birinin kapısını açtı, o odada zincirlere vurulmuş
ve saçları omuzlarına dökülmüş olan yirmi kişi gördüm. Hizmetçi bana; “Emir’ul-
Muminin” bunların hepsini öldürmeni emretmiştir” dedi.
Onların
hepsi Alevi ve Ali ile Fatime (a.s)’ın evlatları idi. Hizmetçi onları teker
teker getiriyordu, ben de kılıçla onların boynunu vuruyordum. Nihayet
sonuncusunun da boynunu vurdum! Daha sonra hizmetçi cenazeleri ve ölenlerin
başlarını o kuyuya döktü.
Daha
sonra hizmetçi diğer bir odanın kapısını açtı, o odada da Ali (a.s) ve Fatime
(a.s) neslinden zincirlerle bağlanmış yirmi kişi vardı.
Hizmetçi;
“Emir’ul- Muminin, bunları öldürmeni emretmiştir” dedi. Sonra onları bir bir
benim yanıma getirip ben de boyunlarını vuruyordum. Nihayet hepsini kılıçtan
geçirdim; o da onların cenaze ve başlarını kuyuya döktü.
Daha
sonra hizmetçi diğer bir odanın kapısını açtı, o odada da Ali (a.s) ve Fatime
(a.s) neslinden zincirlerle bağlanmış yirmi kişi vardı.
Hizmetçi; “Emir’ul-
Muminin, bunları da öldürmeni emretmiştir” dedi. Ben de onlardan yaşlı bir kişi
kalana dek hepsinin teker-teker kılıçla boynunu vurdum. Sıra o yaşlıya
yetişince bana: “Lanet olsun sana ey bedbaht! Kıyamet günü seni ceddimiz
Resulullah’ın yanına getirdiklerinde, Hz. Ali ve Hz. Fatime (a.s)’ın
evlatlarından altmış kişiyi öldürdüğüne dair ne mazeretin olacaktır?” dedi.
Bu
esnada el ve ayaklarım titremeye başladı, hizmetçi bu halimi görünce öfkeyle
bana bakıp bu vazifeyi de yapmamı emretti. Ben onun sözüne itaat ederek o yaşlı
kişiyi de öldürdüm! Hizmetçi de onun cesedini kuyuya attı. Şimdi işlediğim bu
suçla, oruç ve namazımın bana ne faydası olabilir, oysa cehennem ateşinde ebedi
kalacağımı biliyorum!
Ahmed
bin Havari şöyle diyor:
Selman-i Darani’yi (ariflerden biri), uykumda
görmeyi arzu ediyordum. Bir yıl sonra onu uykuda gördüm.
Ona;
“Üstat ! Allah Teala sana ne yaptı?” diye sordum.
Cevaben
şöyle dediler:
“Bir
gün bir yerden geçiyordum, oradan bir çöp(kürdan) götürdüm, dişimi temizleyip
temizlemediğimi de bilmiyorum, şimdi o çöpün hesabı (veya cezası) için bir yıl
burada bekletildim!”
Hz. Süleyman’ın Şam’da hükümranlığı zamanında
Seba kraliçesi Bilkis de Yemen’de hükümranlık yapıyordu. Hz. Süleyman
tarafından bir heyet Yemen’e gidip O’nun ordusunun azamet ve gücünü Seba
kraliçesine bildirdiler.
Seba kraliçesi, Hz. Süleyman’ın tevhidi emrine
uymasının gerekli olduğunu ve ordusunu korumak için de onun ümmetine
katılmaktan başka bir çaresinin olmadığını zekiliği ile anlamış oldu.
Bundan dolayı kendi
kavminin büyüklerinden ve ileri gelenlerinden bir grup kişiyle birlikte,
yakından daha fazla tahkik ve inceleme yapmaları için Şam’a doğru hareket ettiler.
Hz.
Süleyman, Bilkis ve yanındakilerin Şam’a doğru geldiklerinden haberi olunca,
huzurundakilere; “Sizden hangi biriniz, onlar buraya yetişmeden Seba
kraliçesinin tahtını bana getirebilir?” diye sordu.
Cinlerden
bir ifrit şöyle dedi:
“Sen yerinden kalkmadan ben
onu sana getirebilirim.”
Hz.
Süleyman; “Ben bu işin bundan daha çabuk yapılmasını istiyorum.” dedi.
(Allah’ın ism- i azamından
birini bilen) Asif bin Berhiya da şöyle dedi:
“Ben
o tahtı, gözünü açıp kapatmaktan daha önce senin yanına getireceğim.”
Hz.
Süleyman, bir an geçmeksizin Bilkis’in tahtını kendi kenarında görünce hemen
Allah’a hamt ve şükretti.
Daha sonra Hz. Süleyman,
Bilkis O’nun yanına geldiğinde onun tahtı tanıyıp tanımayacağını öğrenmesi ve onun
zekiliğinin ne derecede olduğunu anlaması için tahtın üzerinde bazı değişikler
yapılmasını emretti.
Çok geçmeksizin Bilkis ve
beraberindekiler Hz. Süleyman’ın yanına yetiştiler.
Bir şahıs Bilkis’e, onun
tahtına işaret ederek, "Acaba senin tahtın böyle midir?" diye sordu.
Bilkis tam bir zekilikle;
“Sanki o tahtın kendisidir!” dedi.
Bilkis,
o tahtın kendi tahtı ve kendisinden önce olağan üstü bir güçle oraya getirilmiş
olduğunu anlayınca hakka teslim olup Hz. Süleyman’ın dinini kabul etti. Bilkis,
daha önceden de Hz. Süleyman’ın hak üzere olduğunun nişanelerini anlamıştı.
Nihayet Hz. Süleyman’ın dinini benimsedi ve (meşhur nakle göre) O’nunla
evlendi. Sonra her ikisi, halkı tevhit dinine hidayet etmek için gayretler sarf
ettiler.
İmam
Rıza (a.s)’dan şöyle nakledilmiştir:
“Ben-i
İsrail’den bir kişi akrabalarından birini öldürüp onun cenazesini, Yakup
Peygamberin en iyi torunlarından birinin yolu üzerine bıraktı. Sonra gelip onun
kanını talep etmeğe başladı. Daha sonra Hz. Musa’nın yanına gelip; “Filan
adamın oğulları filan adamı öldürmüşlerdir, onun katilini bize bul” dediler.
Hz.
Musa; “Hakikatin ortaya çıkması için Allah Teala bir sığır kesmenizi buyuruyor”
dedi.
Onlar,
“Bizi alaya mı alıyorsun?”dediler.
Hz.
Musa, “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınıyorum.” dedi.
İmam
Rıza (a.s) buyuruyor ki: “Eğer onlar herhangi bir sığır getirmiş olsalardı
kifayet edecekti, fakat onlar bahane için meseleyi sıkı tutup yersiz izahlar
isteyince Allah Teala da sıkı tuttu.
Onlar,
“Rabbine adımıza yalvar da bize niteliklerini açıklasın.”dediler.
Hz.
Musa, “Allah buyuruyor ki: “O ne pek yaşlı ve ne de pek genç, ikisi arası dinç
(bir sığır) dır. Artık emr olunduğunuz şeyi yapın.”
Onlar,
“ Rabbine adımıza (bir daha) yalvar da bize rengini bildirsin”dediler.
Hz.
Musa, “Rabbim buyuruyor ki: “O, bakanların içini ferahlatacak sarı bir
inektir.”dedi.
Onlar,
“Rabbine (bir kere daha) adımıza yalvar da bize onun niteliklerini açıklasın.
Çünkü bize göre (bir çok) sığır birbirinin benzeridir. İnşaallah biz doğruya
varırız.”dediler.
Hz.
Musa, “Rabbim diyor ki: “O, yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruğa
alınmayan, salma ve onda alaca olmayan bir inektir.” dedi.
Onlar,
“Şimdi gerçeği getirdin.”dediler.
Nihayet
o nitelikte olan bir ineği, Ben-i İsrailli bir gencin yanında buldular. Onu
satın almak istediklerinde o genç; “Bu sığırın derisi dolu altın vermedikçe onu
satmam” dedi.
Onlar
Hz. Musa’nın yanına gelip o gencin sözünü ona ilettiler. Hz. Musa; “Almaktan
başka çareniz yok” buyurdu. Onlar da o sığırı o gencin dediği fiyata alıp Hz. Musa’nın
yanına getirdiler. Hz. Musa onun kesilmesini ve kuyruğunun maktule
dokundurulmasını emretti. Onlar Hz. Musa’nın emrettiği gibi yaptıklarında
maktul dirilip şöyle dedi:
“Ey
Allah’ın Peygamberi! Amcam oğlu beni öldürdü, onun iddia ettiği kimse değil!”
Böylece
katilin kim olduğunu tanımış oldular. Hz. Musa’nın ashabından biri O Hazrete
şöyle dedi:
“Ey Allah’ın Peygamberi! Bu
sığırın bir hikayesi vardır.” Hz. Musa; “O hikaye nedir?” dediğinde şöyle dedi:
“Bu sığırın sahibi olan
genç, anne ve babasına çok şefkatli birisi idi. Bir gün bir muamele yapıp
babasının yanına geldi, hazine anahtarının onun başı altında olduğunu görünce
onu tatlı uykudan kaldırmak istemeyip yaptığı muameleden vazgeçti. Babası
uyandığında meseleyi ona anlattı. Babası bu sözü ondan duyunca; “Aferin,
elinden çıkan o kâra karşılık şu ineği sana bağışladım” dedi.
Hz.
Musa ashabına; “Bakınız! İyilik, iyilik yapana ne ulaştırdı. (İyiliğin iyilik
yapana ne kadar faydası oldu!)” buyurdular.
İmam
Sadık (a.s)’dan şöyle nakledilmiştir:
Hz.
İsa (a.s) havarileriyle (ashabıyla) seyahat ediyordu, halkı yol ve evlerinde
ölen bir köye yetiştiler. Hz. İsa, köy halkının bu durumunu görünce şöyle
dedi:
“Bunlar, kendi ecelleriyle
ölmemişlerdir, kesinlikle İlahi gazaba uğramışlardır, eğer böyle olmamış
olsaydı, birbirlerini defnederlerdi.”
Havariler; “Keşke bunların durumunun neden
ibaret olduğunu bir bilseydik” dediler.
Allah
tarafından Hz. İsa’ya şöyle hitap edildi:
“Ey
İsa! Ölüleri sesle! Onlardan biri senin cevabını verecektir.”
Hz.
İsa bu vahiy üzerine; “Ey köy halkı!” diye onlara seslendi.
Onlardan
biri, “Ey Ruhullah! Ne diyorsun?”dedi.
Hz.
İsa, “Durumunuz nasıldır, neden bu hale düştünüz?”diye sordu.
Ölü, “Biz sabahleyin esenlikle uykudan
kalktık, fakat akşamleyin hepimiz Haviye’ye düştük.”
Hz.
İsa, “Haviye nedir?”dedi.
Ölü,
“Dağları içinde dalga vuran ateşten bir denizdir.”dedi.
Hz.
İsa, “Neden bu azaba düçar oldunuz?”diye sordu.
Ölü, “Dünya sevgisi ve
tağutlara itaat etmek bizi bu hale soktu.”dedi.
Hz.
İsa, “Ne kadar dünyaya gönül bağladınız?”dedi.
Ölü,
“Süt emen çocuğun annesinin göğsüne gönül bağladığı gibi! Dünya bize yönelince
seviniyorduk, bizden yüz çevirdiğinde ise gamlı oluyorduk.”dedi.
Hz. İsa, “Tağutlara ne kadar itaat
ediyordunuz?”diye sordu.
Ölü,
“Her ne diyorlardıysa itaat ediyorduk.”dedi.
Hz.
İsa, “Neden ölüler arasından sadece sen benim cevabımı verdin?”dedi.
Ölü,
“Onların ağzına ateşten bir gem vurulmuştur, sert ve haşin melekler onların
başı üzerine dikilmiştir. Ben dünyada onların arasında idim, fakat onlardan
değildim. Allah’ın azabı onları kapsadığında beni de kapsadı. Şimdi bir kıl ile
cehennemin kenarına asılmışım, ateşe düşeceğimden korkuyorum!”
Hz.
İsa (a.s) ashabına dönüp; “Çöplükte yatarak arpa ekmeği yemek, din salim
kaldığı takdirde insan için daha hayırlıdır.” buyurdular.
İmam
Bakır (a.s)’dan şöyle nakl edilmiştir:
“Ben-i
İsrail arasında Cureyh isminde bir abit vardı, o sürekli olarak mabette ibadet
yapıyordu. Bir gün annesi mabede gelip onu çağırdı. O ibadetle meşgul
olduğundan dolayı annesine cevap vermedi. Annesi cevap alamayınca eve geri
döndü.
Bir
saat sonra tekrar mabede gidip Cureyh’i çağırdı, Cureyh yine de annesinin
sözüne itina etmedi. Annesi üçüncü kez yine mabede gelip onu çağırdı, yine bir
cevap alamadı.
Oğlun
bu tavrından dolayı annenin kalbi kırılıp ona beddua etti.
Ertesi
gün hamile olan fahişe bir kadın onun yanına geldi, orada doğum sancısı tutarak
bir çocuk dünyaya getirdi. O çocuğu Cureyh’in yanına bırakarak o veledüzzina
çocuğun o abidin çocuğu olduğunu iddia etti.
Bu
mevzu yayılıp dillere düştü. Halk birbirine şöyle diyordu: "Halkı zina yapmaktan
nehy eden ve onları kınayan bir kimsenin şimdi kendisi zina yapmıştır."
Abidin
zina yapma söylentisi o zamanın şahının kulağına yetişti. Şah abidin idam
edilmesini emretti. Abidin idamı için halk toplandığında annesi gelip onu o
şekilde rüsva görünce rahatsızlığından yüzünü tırmalayıp ağladı.
Cureyh
annesine bakıp şöyle dedi:
“Anne sus! Senin bedduan
beni buraya çıkarmıştır; oysa ben suçsuzum.”
Halk
Cureyh’in bu sözünü duyunca ona şöyle dediler:
“Sana
isnat edilen şeyin yalan olduğunu sabit etmedikçe biz bu sözü (suçsuz olmanı)
senden kabul etmeyiz.”
Bu
esnada annesi kendisinden razı olan abit şöyle dedi: “Bana isnat edilen çocuğu
benim yanıma getirin!”
Çocuğu abidin yanına
getirdiklerinde çocuk açık bir ifadeyle; “Benim babam filan çobandır” dedi.
Böylece Allah-u Teala,
annesi ondan razı olduktan sonra onun yok olan haysiyetini geri çevirdi ve
halkın Cureyh’e isnat ettikleri iftirayı temizledi.
Cureyh
artık ondan sonra hiçbir zaman annesini kendisinden rahatsız etmeyeceğine ve
sürekli olarak onun hizmetinde olacağına dair yemin etti.
Ben-i
İsrail arasında adaletle hüküm veren bir kadı vardı. Bu kadı, ölüm döşeğine
düştüğünde hanımına şöyle vasiyet etti:
“Ben
öldüğümde bana gusül ver, beni kefenle, yüzümü ört ve beni tahtanın (tabutun)
üzerine bırak; inşaallah kötü bir şey görmezsin.”
Kadı
öldüğünde hanımı onun vasiyetini yerine getirdi. Bir kaç dakikadan sonra,
yüzündeki örtüyü bir kenara itince aniden, bir kurdun onun burnunu delik deşik
ettiğini gördü. Bu manzaradan vahşete kapıldı! Örtüyü tekrar kadının yüzüne
çekti, sonra halk gelip onun cenazesini götürerek defn ettiler.
O
gecesi rüya aleminde kocasını gördü. Kocası ona şöyle dedi:
“Acaba
kurdu görmekle vahşete mi kapıldın?”
Hanımı,
“Evet!” dedi.
Kadı-
“Allah’a ant olsun ki, o ürkütücü manzara, yargılıkta kardeşinden taraftarlık
etme isteğimden dolayı idi! Bir gün kardeşin, biriyle kavga yapıp benim yanıma
geldiler. Hüküm vermem için benim yanımda oturduklarında içimden; Allah’ım,
hakkı hanımımın kardeşiyle (kaynımla) beraber kıl! diye bir istek geçti.
Onların kavgasını incelediğimde, tesadüfen hakkın kayınımla olduğu ortaya
çıktı, ben durumun böyle olduğundan dolayı çok sevindim. O gördüğün kurt,
düşüncemin bir cezası idi bana. Çünkü hakkın kayınımla olmasını arzu edip
kalbin isteğinde bile tarafsız olmaya riayet etmemiştim.
Ben-i
İsrail’den bir kişi, güzel ve sağlam bir saray yaptırdı. Çeşitli yemekler
hazırlayarak sadece şehrin zenginlerini davet edip fakirleri terk etti.
Fakirlerden bazıları davetsiz olarak oraya geldiklerinde; "Bu yemekler
sizin gibilere hazırlanmamıştır." dediler
Allah-u
Teala, fakir şeklinde olan iki meleği oraya gönderdi, onlara da aynı sözü
dediler.
Sonra
Allah-u Teala zengin kıyafetinde olan iki meleğin onların meclislerine
gitmelerini emretti! Bu iki melek zenginler kıyafetinde onların meclisine
gittiklerinde onları ağırlayıp meclisin başında oturttular.
Bu
yüzden Allah-u Teala o iki meleğe, o şehri halkıyla birlikte yere gömmelerini
emretti.
Süleyman-i
Deylemi isminde bir şahıs şöyle diyor:
İmam
Sadık (a.s)’a arzettim ki: Filan adam, ,ibadet ve dindarlıkta şöyle böyledir...
(onu İmam’ın yanında medhettim).
İmam
Sadık (a.s); “Aklı nasıldır?” diye sordular. “Bilmiyorum.” Dedim.
İmam
(a.s) buyurdular ki: “kuşkusuz sevap akıl miktarıncadır.”
Sonra şöyle buyurdular:
“Beniisrailden bir adam, (havası ve suyu) çok güzel olan bayındır ve yeşillik
bir yerde Allah’a ibadet ediyordu. Bir melek oradan geçtiğinde onu görerek
Allah’a şöyle arzetti: “Allah’ım! Bu kulunun sevap ve mükafatını bana göster!”
Allah
Teala, ibadetle meşgul olan adamın sevabını ona gösterdi. İbadet eden şahsın
sevabı meleğe çok az geldi. Bundan dolayı, onun bu kadar ibadetle sevabının
azlığına şaşırdı.
Allah
Teala o meleğe şöyle buyurdu:
“Onun yanına git, meselenin
sana aydınlanması için onunla arkadaş ol."
Bu
emir doğrultusunda melek, bir insan şekline girerek onun yanına geldi.
Abid
(ibadet eden): Sen kimsin? Diye sordu.
Melek:
Ben Allah’ın bir kuluyum. Senin bu mekanda makam ve ibadet etmenden haberdar
olduğumdan dolayı, buraya gelerek birlikte Allah’a ibadet etmek istedim.”
dedi.
Melek
o günü abidler geçirdi. Diğer günün sabahısı abide şöyle dedi:
“Buranın
ne de güzel hoş hava ve sapalı yerin vardır! Gerçekten burası tam da ibadet
edilecek bir yerdir.
Abid:
Evet, her açıdan iyidir, ama buranın bir eksikliği vardır!”
Melek: o eksiklik nedir?
Diye sordu.
Abid:
Keşke Rabbimizin bir merkebi Olsaydı! Eğer Rabbimizin bir merkebi olsaydı, onu
burada otlatırdık; artık bu ot ve yeşillikler zayi olmazdı!” dedi.
Melek: “Senin Rabbinin
merkebi yok mu? “diye sordu.
Abid:
Evet! Eğer mektebi olsaydı, bu otlar zayi olmaz ve boşu boşuna gitmezdi dedi.
Allah
Teala meleğe vahyederek şöyle buyurdu: “Ben akıl miktarınca mükafat ve sevap
veririm.” (Aklı az olduğundan dolayı sevabı da azdır.)
Hz.
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:
Beniisrail’den
üç kişi yolculuğa sıktılar Yolculuklarında bir mağarada Allah’a ibadet etmeye
koyuldular. Aniden dağın başından büyük bir taş gelerek mağaranın giriş kapısını
tümüyle kapattı; artık çıkmaya imkan yoktu. Onlar bu durumu görünce,
öleceklerine yakin ettiler. Çok konuşup düşündükten sonra birbirlerine şöyle
dediler:
“Allah’a
an olsun ki, Allah Teala ile kalpten doğru konuşmadıkça artık ölüm
tehlikesinden kurtulmak mümkün değildir. Allah Teala’nın bizi bu sıkıntıdan
kurtarması için, herkes Allah rızası için yaptığı ameli. Allah’a arzetmelidir.
Onlardan
biri şöyle dedi:
“Allah’ım!
Sen çok iyi biliyorsun ki, ben çok güzel bir kadına aşık oldum, onun rızasını
elde etmek uğrunda ona ulaşmam için çok mal harcadım, onunla başbaşa kalıp
günah işlemeğe hazır olduğumda, o an cehennemin ateşini hatırladım. Bundan
dolayı o kadından el çekerek dışarı çıktım. Allah’ım! Eğer benim bu işim,
senden korkudan dolayı olup senin hoşnutluğa sebep olmuşsa, bu taşı mağaranın
önünden kaldır! Bu sırada taş, ışığı görecekleri bir şekilde azacak bir kenara
gitti.
İkinci
bir şahıs da şöyle dedi:
Allah’ım!
Sen biliyorsun ki, ben bir grup insanı bana çalışmaları için kiraladım. İş
bittiğinde onlardan her birine yarım dirhem vermeyi kararlaştırmıştık. İşlerini
yaptıklarında ben onlardan her birisinin ücretini verdim. Ama onlardan biri,
yarım dirhemi almaktan çekindi ve şöyle dedi: “Benim ücretim bu miktardan
fazladır. Çünkü ben, iki kişi kadar iş yapmışım. Allah’a ant olsun ki bir
dirhemden az kabul etmem.”
Nihayet
ücretini almadan gitti. Ben o yarım dirhemle tohum alıp ektim, Allah Teala da
bereket verdi, çok mahsulat topladım. Bir müddet sonra, ücretle çalışan aynı adam
yanıma gelerek ücretini talep etti. Ben yarım dirhem yerine 18 bin dirhem
(sermayenin aslını ve karını) ona verdim. Allah’ım! Eğer bu işi, yalnız senden
kırkarak senin rızan için yapmış isem, bu taşı bizim yolun üzerinden kaldır! Bu
esnada taş hareket ederek, biraz daha kenara gitti; öyle ki, artık birbirlerini
görüyorlardı. Ama dışarı çıkamıyorlardı.
Üçüncü
bir şahıs da şöyle dedi:
Allah’ım!
Sen biliyorsun ki, benim (yaşlı) bir anne ve babam vardı; her gece onlara,
içmeleri için süt getiriyordum. Bir gece eve geç geldim, onların uyumuş
olduklarını gördüm. Süt kabını onların yanına bırakarak gitmek istedim, ama bir
böceğin onun içerisine düşmesinden korktum. Bu nedenle onları süt içmeleri için
uykudan kaldırmak istedim, rahatsız olmalarından korktum, bundan dolayı, onlar
uyanana dek onların baş ucunda oturdum, uyandıklarında sütü onlara verdim.
Allah’ım! Eğer ben bu işi senin rızan için yapmış isem bu taşı bizim yolumuzdan
uzaklaştır. Taş aniden hareket etti, bu hareket neticesinde büyük bir yarık
açıldı. Böylece o mağaradan çıkıp (ölüm tehlikesinden) kurtulmuş.
Allah
Teala, İsrail peygamberlerinden birine; “senin ümmetinden bir kişinin üç duası
kabuldur” diye vahyetti. Peygamber, o adamı bu meseleden haberdar etti. Adam
hanımının yanına giderek meseleyi ona nakletti. Kadım, o dualardan birini onun
hakkında uygulamasını istedi. Kocasın da kabul etti.
Bunun üzerine kadın
kocasına; “Allah’tan, benim kadınların en güzeli olmamı iste” dedi. Kocası da
dua etti; derken hanımı kendi zamanın en güzel kadını oldu. Çok geçmeksizin
heva ve heves düşkünü şah ve kralların, zengin ve ayyaş gençlerin ilgilerini
çekti.
Kadın
artık, yaşlı ve fakir kocasına itina etmiyordu, huzursuzluk çıkarıp
eşine karşı kötü davranıyordu.
Kocası
bir müddet onunla geçinmeye çalıştı. Ama gün geçtikçe ahlakının kötüleştiğini
ve artık tahammül edilmeyecek bir dereceye geldiğini görünce, Allah’tan onu
köpek şekline sokmasını istedi, bu duası da kabul oldu... Bu ilginç maceradan
dolayı o kadının çocukları, babalarının etrafında toplanarak “Halk bizi
kınıyor, anneniz köpek olmuştur.” Diyorlar diyerek ağlamaya
başladılar. Babalarının, annelerinin ilk şekline dönmesi için dua etmesini
istediler. Babaları da dua ederek kadın ilk şekline girdi. İşte böylece, o
adamın icabete erişen üç duası da boşuna gitti.
Hz.
Musa (a.s)’ın zamanında zalim bir şah vardı. Bu şah, salih bir kulun
aracılığıyla bir müminin ihtiyacını karşıladı. Tesadüfen şah ve mümin her ikisi
aynı günde dünyadan göçtüler! Halk toplanıp şahı ihtiramla defnettiler, üç gün
dükkanlarını kapatıp ağıtlar okuyarak matem tuttular. Ama mümin adamın
cenazesi, öylece evinde kaldı; bir hayvan ona saldırıp onun yüzünün etini
yedi! Üç günden sonra Hz. Musa’nın bu olaydan haberi oldu.
Musa
(a.s), Allah’a yaptığı münacatta şöyle dedi:
“İlahi! Senin düşmanın olan
o şah, çok ihtiram ve izzetle defn edildi. Ama senin dostun olan bu mümin kulun
cenazesi yerde kaldı ve bir hayvan da onun yüzünün etini yedi; bunun sırrı
nedir?” Allah Teala tarafından Hz. Musa’ya şöyle bir vahy geldi: “Ey Musa! Dostum
olan bu mümin, o zalimden bir hacetinin karşılanmasını istedi, o da onun hacetini
yerine getirdi. İşte ben onun mükafatını bu dünyada verdim.
Mümine
gelince, benim düşmanım olan zalimden hacetini istediğinden dolayı, ben de onun
cezasını bu dünyada verdim; işte böylece her ikisi de işlerinin neticesini
görmüş oldular.
Hz.
İsa (a.s)’ın ashabından, olan kısa boylu bir tanesi sürekli Hz. İsa’nın
kenarında gözüküyordu. Hz. İsa’yla birlikte olduğu yolculukları sırasın da bir
denize yetiştiler. Hz. İsa halis bir yakinle, Bismillah (Allah’ın adıyla)
diyerek suyun üzerinde hareket etti! Kısa boylu şahıs da Hz. İsa’nın suyun
üzerinde hareket ettiğini görünce doğru bir yakinle Bismillah deyip suyun
üzerinde hareket ederek Hz. İsa’ya yetişti. Bu esnada kısa boylu adam,
bencilliğe kapılıp gururlanarak kendi kendisine şöyle dedi:
“Allah’ın
ruhu olan İsa, suyun üzerinde hareket ediyor, ben de (onun gibi) suyun üzerinde
hareket ediyorum; buna binaen onun benden üstünlüğü nedir; ikimiz de suyun
üzerinde yürüyebiliyoruz! Böyle bir düşünce esnasında suya battı ve yüksek bir
sesle; “Ey Allah’ın ruhu! Beni tut, boğulmaktan beni kurtar!” demeye başladı.
Hz.
İsa (a.s), onun elinden tutarak sudan çıkarıp şöyle buyurdu: “Ey adam! Ne dedin
ki suya battın?”
Kısa
boylu adam şöyle dedi:
“Ben
kendi kendime şöyle dedim: Ruhullah (Hz. İsa), suyun üzerinde yürüdüğü gibi ben
de suyun üzerinde yürüyorum. Öyleyse bizim aramızda ne gibi bir fark vardır!
Bencilliğe kapılarak bu cezaya duçar oldum.”
Hz.
İsa (a.s) şöyle buyurdular: “sen kendini, (bencilliğinden dolayı) layık
olmadığın bir dereceye çıkardın. Bundan dolayı Allah sana gazap etti; şimdi
söylediğin sözden tövbe et!
Kısa
boylu adam, tövbe ederek Allah’ın kendisi için belirlediği bir makama dönmüş
oldu.
İmam
Sadık (a.s),ın bu olayı naklettikten sonra şöyle buyurdu: “Öyleyse Allah’tan
sakının, birbirinize karşı kıskançlık etmeyin.”
Son