LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMED RESULULLAH ALIYEN VELİYULLAH "Ben Konuşan Kur'an'ım" Hz İmam Ali (as)
  Allame Muhammed Hüseyin Tabatabai
 

ALLÂME TABATABAÎ'NİN KISACA HAYATI

 

Seyyid Hüseyin NASR

 

Allâme Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabaî, miladî 1902 yılının

sonlarına doğru Tebriz'de ilim ve irfan ocağı olan bir sülâleden

dünyaya geldi. On dördüncü büyük babasından kendi babasına

kadar bütün babaları Tebriz'in meşhur âlim ve bilginlerindendi.

Allâme, ilk tahsilini kendi doğum yeri olan Tebriz'de yaptı. Tahsilinin

ilk aşamasını geride bıraktıktan sonra, o dönemin İslâmî ilimler

merkezi olan Necef-i Eşref'e gidip, orada İslâmî ilimlerin çeşitli

dallarında on yıl eğitim gördü.

 

Fıkıh ve usul-ü fıkıh ilimlerini merhum Nainî ve İsfahanî

(Kompanî) gibi meşhur üstatlardan ders aldı. Felsefeyi Ağa Ali

Müderris'in öğrencilerinden olan Seyyid Hüseyin Badkubî'den, riyaziyatı

(matematiği) Seyyid Ebu'l-Kasım Hansarî'den, ahlâkı ise

hikmet ve irfanda büyük bir makama sahip olan Hacı Mirza Ali

Kazî'den ders aldı. Daha sonra 1925 yılında maddî sıkıntılardan

dolayı doğum yeri olan Tebriz'e geri dönme mecburiyetinde kaldı.

Allâme Tabatabaî sadece fıkıh dalında değil, hatta sarf, nahiv,

Arap edebiyatı, fıkıh ve usul-ü fıkıh, matematik, felsefe, kelâm, irfan

ve tefsir dallarında da ihtisas sahibi olacak derecede derin bir

tahsil gördü.

 

Allâme Tabatabaî, bazı siyasî olaylar sonucu ortaya çıkan ve

kötü izler bırakan İkinci Dünya Savaşından sonra, doğum yerini

terk edip, İslâmî ilimler merkezi Kum şehrine giderek, tefsir ve

felsefe dallarında ders toplantıları düzenledi. Tahran'a da sık sık

yaptığı yolculuklar neticesinde felsefe ve İslâmî ilimlere ilgi duyan

kesimlerle ilişkilerde bulundu. Din ve felsefe karşıtlarıyla çekinmeden

tartışarak, doğru yoldan sapan nicelerini akıl ve mantık yoluyla

ikna ederek aydınlanmalarına vesile oldu. Son yirmi küsûr yıl

zarfında ise, hem âlimler arasında, hem de Batıda tahsil görmüş

aydınlar arasında üstün bir ilmî konuma oturdu.

 

Allâme Tabatabaî, yıllarca her sonbahar mevsiminde, Prof.

Henri Corbin ve bir grup âlim ve bilginlerle toplantılar düzenledi.

Bu toplantılarda din ve felsefe hakkında çok önemli konular işledi,

günümüz dünyasının manevî boyutlu gerçeklerinin arayışında olan

şahısların karşısına dikilen sorunlar ve bu sorunların çözümleri

gündem edildi. Bu toplantılardan, çok önemli ve olumlu sonuçlar

çıkmıştır. Bu gibi yüksek düzeyde ve geniş ufuklu toplantılar, maalesef

günümüzde İslâm-Hıristiyanlık ilişkilerinde rastlanmayan bir

olaydır.

 

Allâme Tabatabaî'nin büyük hizmet ve himmetiyle Kum şehri

ilim havzalarında aklî ilimler, ayrıca Kur'ân-ı Kerim tefsiri ihya oldu.

Allâme, felsefenin temeli sayılan Şifa ve Esfar gibi kitapları

tedris etmekle tedricen bu ilim dalını medreselerde yaygınlaştırdı.

Allâme'nin yüce şahsiyeti, güzel sıfatlara sahip olması ve talebelerine

karşı olgun ve ölçülü davranışı, gün geçtikçe felsefeye ilgi

duyan kabiliyetli öğrencilerin üstadın dersine akın etmesine neden

oldu. Öyle ki son yıllarda felsefe dersine yüzlerce öğrencinin

katıldığı gözlemlendi. Yirmi küsûr yıl zarfında nice bilginler, Allâme'nin

kılavuzluğu ve tedrisatı sayesinde felsefe dalında uzmanlaştılar.

Bunların birçoğu fiilen felsefe üstatlarındandır.

 

Allâme Tabatabaî'nin birçok talebe eğitmekle ve felsefî kitapları

neşretmekle felsefeye yapmış olduğu hizmetten daha da önemlisi

öğrencilerinin ahlâkî talim ve terbiyesine ve nefis tezkiyesine

dair göstermiş olduğu titizliktir. Allâme, hakikatte ilim ve ahlâkı

beraberce öğrenip yaymak isteyen şahısları terbiye etmek için

yepyeni bir mektep tesis ederek, çok değerli insanlar topluma kazandırmış

ve sürekli olarak da öğrenim ve tezkiyenin bir arada

sürdürülmesinin gerekli olduğunu vurgulamıştır.

 

Allâme Tabatabaî sadece felsefe, tefsir, usul ve fürudaki hadisleri

anlamak gibi konularda değil, tevhidî tanrıbilim ve kalbî ilhamlar

yönünden de Allah'ın büyük bir ayet ve nişanesiydi.

Onu sessiz, sakin gören herkes hiçbir şey bilmediğini zannederdi;

ama öylesine ilâhî nur ve gaybî müşahedelerin içine girmişti

ki, aşağılara inmesine imkân yoktu. Ancak bununla birlikte, kesret

âleminde zahiri korumayı, her âlemin hakkını lâyıkıyla edâ etmeyi,

talebelerin eğitim ve öğretimiyle ilgilenmeyi, din ve ilâhî sünnetler

ve İslâm kanunlarının savunuculuğunu yapmayı ihmal

etmiyordu.

 

Çeşitli ilimleri kendisinde toplamasıyla birlikte ilim ve amele

birlikte sahipti. Yani vücudunun tüm uzuvları hakka teslim olmuş

bir in-sandı. Şikeste ve nestâlik hattını çok güzel yazardı. Yaşlandıktan

sonra bu yeteneği, yaşlılıktan olsa gerek, zayıflamıştı ve

kendi kendine şöyle dediği söyleniyordu: "Gençlik zamanımdan

kalma bazı yazılarıma bakıyorum da, 'Acaba bunlar benim yazım

mı?' diye soruyorum kendi kendime."

 

Gizli ilimlerden reml ve cefri çok iyi bilirdi. Ama onlara amel

ettiği görülmemiştir. Sayı ilmi ve ebced hesabını da oldukça iyi bilirdi.

Cebir, mukabele ve geometride üstattı ve takvim hazırlayabilecek

derecede astronomi bilirdi.

 

Kur'ân-ı Kerim'e karşı bir huşû ve saygısı vardı. Ayetleri genelde

ezberden okur, ayetlerin yer ve numaralarını çeşitli surelerde

gösterir ve de birbirlerine uygun ayetleri çıkarırdı. Merhumun

Kur'ân üzerine inceleme ve toplantıları hayli içerikli ve ilgi çekiciydi.

Hz. Peygambere (s.a.a) ve kızı Fatıma'ya (s.a.) ve On İki Ehlibeyt

İmamlarına (a.s) karşı özel bir hayranlık ve muhabbeti vardı.

Onlardan birinin adı anıldığı zaman yüz ifadesi, edep ve tevazu hâli

alırdı. O yüce şahsiyetler hakkında sorulan sorulara karşı öyle bir

beyan ve açıklamada bulunurdu ki insan zannederdi ki, onların siyerini

aynı gün okumuş da gelmiş.

 

Yaz aylarında İmam Rıza'yı (a.s) ziyaret etmeyi kendi için görev

hâline getirmişti. Meşhed'de bulunduğu zaman her gece İmam

Rıza'nın (a.s) türbesini ziyaret eder, münacatta bulunurdu.

Allâme Tabatabaî, 15 Kasım 1981 yılında vefat etti. Allah onu

kendi velileriyle haşretsin, ona Rızvanında yer versin!

 

ALLÂME'NİN SOY ŞECERESİ

 

Allâme Tabatabaî, baba tarafından İmam Hasan (a.s), anne

tarafından ise İmam Hüseyin (a.s) soyundandır. Bu yüzden yazdığı

kitapların bazısında adı, Seyyid Muhammed Hüseyin Hasanî Hüseynî

Tabatabaî olarak geçmektedir. Allâme'nin soy zinciri şöyledir:

1- Seyyid Muhammed Hüseyin

2- Seyyid Muhammed

3- Seyyid Muhammed Hüseyin

4- Seyyid Ali Asgar

5- Seyyid Muhammed Takî Kazî

6- Mirza Muhammed Kazî

7- Mirza Muhammed Ali Kazî

8- Mirza Sadreddin Muhammed

9- Mirza Yusuf Nakib el-Eşref

10- Mirza Sadreddin Muhammed

11- Mecdüddin

12- Seyyid İsmail

13- Emir Ali Ekber

14- Emir Abdulvahhab

15- Emir Abdulgaffar

16- Seyyid İmaduddin Emir'ul-

Hac

17- Fahreddin Hasan

18- Kemaleddin Muhammed

19- Seyyid Hasan

20- Şehabeddin Ali

21- İmaduddin Ali

22- Seyyid Ahmed

23- Seyyid İmad

24- Ebu'l-Hasan Ali

25- Ebu'l-Hasan Muhammed

26- Ebu Abdullah Ahmed

27- Muhammed Asgar

28- Ebu Abdullah Ahmed

29- İbrahim Tabataba

30- İsmail Dibac

31- İbrahim Gamr

32- Hasan'ul-Müsennâ

33- İmam Hasan (a.s)

34- İmam Ali b. Ebutalib (a.s)

 

 

ALLÂME TABATABAÎ VE TEFSİRDEKİ METODU

 

Ayetullah Cevadî Amulî

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Kur'ân-ı Kerim'i tefsir etmek, onu bilmeye bağlıdır. Kur'ân'ı

bilmenin çeşitli dereceleri olduğuna göre, tefsirinin de çeşitli dereceleri

vardır.

 

Bazıları Kur'ân'ı, onun hakikatiyle kaynaşma, birleşme sonucunda

bilirler. Resul-i Ekrem (s.a.a) ve onun pak Ehlibeyti (a.s) bu

zümredendir. Allah'ın (c.c.) kelâmının hakikati Resulullah'ın (s.a.a)

ruhuna indikten ya da miraç sırasında Resulullah (s.a.a) vahyin

hakikatinin mülâkatına nail olduktan sonra onun için artık bir ipham

ve kapalılığın kalmış olması düşünülemez. Bilmenin özü olan

o hakikati teslim alan bir kimse için, hiç kuşkusuz, ilâhî kelâm bütün

boyutlarıyla bilinmiş olacaktır.

 

Bazıları Kur'ân'ı, onun cemal ve celâlini kendi ruhlarında müşahede

sonucu bilirler. Bu özel cezbeyi, o parlak nurdan ve ilâhî

nefha-dan nasibi olmayanlar için açıklamak mümkün değildir.

Üçüncü bir grup ise Kur'ân'ı, onun çeşitli mucizevî boyutlarını

araştırıp inceleme sonucu bilirler. Kur'ân bilimcilerin çoğu bu

zümredendir.

 

Birinci gruptakilerin bilmesi, tıpkı tanrıbiliminde Allah'ın zatından

hareketle O'nu bilme derecesine ulaşan sıddîklerin burhanı

gibidir. İkinci gruptakilerin bilmesi, "Kim kendini bilirse, Rabbini

bilir." sözü doğrultusunda enfüsî ayetlerin yardımıyla Rablerini bilenlerin

nefsi bilme burhanı gibidir. Üçüncü gruptakilerin bilmesi

ise, hudûs veya hareket ya da imkân burhanı, dış nişaneler ve â-

fâkî ayetlerden deliller getirmek suretiyle Rablerini bilenlerin kanıtı

gibidir.

 

Kur'ân-ı Kerim'i en mükemmel bilme derecesi, birinci gruptakilere

özgü derinlemesine bilmedir. Bunlar, Kur'ân'ın bütün maarif

ve öğretileriyle tanışık olmanın yanı sıra akıl aşamasında Kur'ân-ı

Müte-messil, tabiat aşamasında Kur'ân-ı Natıktır. Çünkü Kur'ân'ın

hakikati ile velâyetin hakikati, mefhum açısından her ne kadar

birbirinden ayrı olsalar da, mısdak ve fenomen bakımından bir ve

aynıdırlar. Bu yüce makama ulaşabilmek, ancak Kur'ân öğretileri

ve konularına derin bir aşk ve engin bir şevk ile mümkün olur. Aşk

sonucunda, bilinen unutulmaz; şevk sayesinde ise, bilinmeyen sorulup

öğrenilir.

 

Allah'ın kitabını başka yazı ve sözlerle mukayese etmek yanlıştır.

Çünkü konuşmacı sözlerinden ayrı, yazar yazılarından başkadır.

Söz perdesi kalktı mı konuşmacı görünür. Yazı örtüsü çıkarıldı

mı yazarın kendisi ortaya çıkar.

 

Konuşmacı ve yazarın varlığı, sınırlı olduğu gibi söz ve yazılarının

da dışındadır. Bu nedenle konuşmacı ve yazara ulaşmanın yolu,

söz ve yazı perdelerinden geçmekte yatar. Kaldı ki konuşmacı

ve yazarın, eserleri kisvesine bürünmemiş, kendi mahiyetini açıkça

ortaya koymamış olmaları da mümkündür.

 

Ancak her nurdan daha aydın olan yüce Allah, hiçbir perde arkasında

gizli, hiçbir varlığın dışında değildir. Allah'ın (c.c) kelâm ve

kitabı hakkında söylenebilecek en ince ifade, her türlü sınırlılık ihtimalini

giderecek ve her türlü derin bilgiye, tanımaya zemin hazırlayacak

"tecelli" kavramıdır.

 

Hz. Emir'ül-Müminin'in sözlerinde ifadesini bulduğu üzere gerçek

muvahhid, can gözüyle ve iman hakikatiyle Rabbini görmedikçe

ona ibadet etmez. O önce konuşanı görür, sonra sözünü dinler.

Nitekim Re-sulullah (s.a.a) miraçlarında hakikati önce kalbiyle

bulur, sonra gözle görürdü.

 

Evliyaullahın duyularıyla hissettikleri, akıllarıyla idrak ettiklerinden

sonra gelir. Onlar için önce makul olan bir hakikat, sonra

mahsus olur. Hâlbuki normal insanlar önce hisseder, sonra akılla

idrak ederler. Bunlarda bir gerçek, olgu ancak duyular aracılığıyla

akıllara yol bulur. Bu nedenle aralarında, "Bir duyudan yoksun olan,

bir bilgiden yoksundur." mantığı işler.

 

Diğer insanlar akademik çalışmalara önem verirken

evliyaullah, "Ona, temiz olanlardan başkaları dokunamaz."1 ayeti

uyarınca, batın berraklığı ve kalp temizliği elde edilmedikçe, ilâhî

maarif ve bilgilere ulaşılamayacağına inanır, nefis tezkiye ve

tehzibine önem verirler. "Allah, ancak siz Ehlibeyt'ten her çeşit

pisliği gidermeyi ve sizi tam bir temizlikle temizlemeyi irade etmektedir." 2

 

Kur'ân-ı Kerim'in temel özelliği eşsiz ve benzersiz Allah'ın (c.c)

tecellisi olması itibariyle benzerinin bulunmaması, dolayısıyla bilinmesi

ve algılanmasının da başka kitaplara benzememesidir. Bu

seçkin zümrenin Kur'ân-ı Kerim'i bilme ve algılama derecesi, Hz.

Resulul-lah'ın (s.a.a) şu hadisinden açıkça anlaşılır: "Ben sizin aranızda

iki değerli şey bırakıyorum; Allah'ın kitabı ve Ehlibeyt'im;

onlar havuzun kenarında tekrar bana gelinceye kadar asla birbirinden

ayrılmazlar."3 Çünkü bilen ve bilinenin her ikisi de mutlak

hak olan tek bir hakikate bağlıdır. Bunun gibi, hitap ve muhatabın

her ikisi de tek konuşmacıya bağlıdır.

 

Kur'ân-ı Kerim'de insan için zikredilmiş en seçkin makam, bu

birinci gruptakilere aittir. "Ve ileri geçenler ki herkesi geçmişlerdir.

Onlardır mabutlarına yaklaştırılanlar."4

İkinci gruptakiler, Kur'ân-ı Kerim'in enfüsî ayetlerini müşahede

ile bu yüce hedefe doğru cezbolmuş, Kur'ân'ın cezbesiyle onun

engin ummanına dalmışlardır. Bunlar kendi gayretiyle değil de

dalgaların kucağında, dalgalarla birlikte denize az miktarda sürüklenen

yüzücüye benzerler. Okyanus, yüzücünün yüzücülüğüne değer

vermez, denizcilik yetenek ve güçlerini etkisiz hâle getirir. Sadece

kendi kuru yeteneğine güvenip denizin cezbesine kapılmayan,

onun gizli mücevherlerinden gerektiği gibi yararlanamayacaktır.

Ummanın derinliklerine dal-mak isteyen, kendi yüzücülük gü-

----------

1- Vâkıa, 79

2- Ahzâb, 33

3- Bihar'ul-Envar, c.89, s.103

4- Vâkıa, 10-11

 

cünü bir yana bırakıp onunla tanışmaya bakmalı, dalgalandığı

zaman kendisini onun dalgasına kaptırmalıdır.

Gönlünü Allah'ın kelâmına kaptıran, artık vahiy meleğiyle oturup

kalkar, Kur'ân elçisiyle sohbete dalar. Kur'ân'ı öyle bir imanla

okur ki, sanki Kur'ân onun etiyle, kanıyla, bütün bir varlığıyla kaynaşmış,

birleşmiştir artık. Bu gruptakiler nebiler resullerden sonra

Âdemoğullarının en seçkin simalarını oluştururlar.

Üçüncü gruptakiler, Kur'ân-ı Kerim'in mucizevî boyutlarını tetkik

ederek onu anlamaya, bilmeye çalışırlar. Bunlar, Kur'ân'ı dış

penceresinden seyrettikleri, ilâhî kelâmı sözcük ve mana perdeleri

arkasından görmeye gayret sarf ettikleri için ister istemez terimler

ve kavramlar örtülerini aradan kaldırıp Kur'ân'la doğrudan temasa

geçemezler. Ancak bu gruptakilerin hepsi aynı seviyede olmayıp,

bazıları sadece aklî kavramlar kanalıyla Kur'ân'a yaklaşırken, bazıları

naklî manalarla ona yol bulurlar.

 

Nitekim ikinci gruptakiler arasında da seviye farkı vardır; bazıları

kendilerini oldukça güçlü dalgalara kaptırarak okyanusun büyük

bir bölümünü kat ederken, bazıları zayıf dalgalara kapılarak o

ölçüde okyanusa girebilirler. Fakat her iki durumda da, Kur'ân hakikatiyle

menus oldukları için ondan hiçbir zaman ayrılmak istemezler.

Hâlbuki üçüncü gruptakiler bilme derecesi bakımından

farklı seviyelerde olmanın yanı sıra Kur'ân'ın hakikatine dokunamadıkları

için hastalıklarının bir bölümü henüz giderilmemiştir.

Dolayısıyla bu tedavi edilmemiş hastalıkları yüzünden bazen

inhiraf ve dalalete sürüklenirler. Çünkü Kur'ân-ı Kerim sadece akıl

ve i-limle ilgili bir kitap değildir ki mutlak bilimsel kanıtlarla anlaşılsın,

amel edilmeksizin öğretileri kavranabilsin. Kur'ân hidayet

nurudur; aklî ve bilimsel öğretileri vaaz, öğüt ve pratik uygulamalarla

birlikte sunar, insanları onun hakkında derinlemesine düşünmeye

çağırır ve kalbin mühürlenip kilitlenmesine yol açan günahı,

onu anlama karşısında bir engel olarak görür.

Tahsille kazanılan ilim ve temel kavramlar eğer Kur'ân'la irtibata

geçmenin tek yolu olsaydı, ilâhî kelâmın kalbe yerleşmesi yolu

kapanır, karşılaşılacak bazı arızaların etkisiyle büsbütün

Kur'ân'dan uzaklaşmakla sonuçlanırdı.

 

Yukarıda işaret edildiği üzere Kur'ân-ı Kerim'in tefsir ve

tebyini, müfessirlerinin Kur'ân'ı bilme derecelerine bağlıdır.

Kur'ân'ı bilme dereceleri farklı olduğuna göre, yapılacak

tefsirlerin seviyesi de farklı olacaktır. Kuşkusuz birinci

gruptakilerin Kur'ân hakkındaki sözleri en mükemmel tefsiri

oluşturur. Bu mümtaz sınıf temsilcilerinden Emir'ül-Müminin (a.s)

şöyle buyurur: "Bana Kur'ân-dan sorun; ayetlerinin kimin hakkında

ve nerede indiğini size haber vereyim." Gazalî, Emir'ül-

Müminin'den şöyle nakleder: "Eğer yüce Allah ve Resul-i Ekrem

(s.a.a) izin buyursalar, Fatiha suresinin 'elif' harfini, kırk devenin

taşıyabileceği yük ölçüsünde şerhederim." Kur'-ân-ı Kerim bu

seçkin taifenin tefsir ve tebyinine başvurulmaksızın anlaşılmaz.

Çünkü bunların birbirlerinden ayrılmayacağını bizzat Resul-i Emin

haber vermiştir. Dolayısıyla, eğer bir yerde görünürde Kur'ân var da

Resulullah'ın (s.a.a) pak Ehlibeyti yoksa ya da görünürde Ehlibeyt

var da Kur'ân yoksa, o emin habercinin hadis-i şerifi uyarınca her

ikisi de yoktur demektir.

 

İkinci gruptakiler bu seçkin taifenin öğrencileri sayılırlar.

Kur'ân'ı bilmeleri Marifeti birinci gruptakilerinden sonra geldiği için

tefsirleri de en seçkin tefsirlerdir. Eskilerden ve son devirdekilerden

bu yolun yolcuları olan müfessirlerin her biri kendi bilgisi

oranında bu yolun bir miktarını kat edebilmişse de, aralarında çok

azı yolun sonuna varabilmiştir. Bunlardan biri, Merhum Üstat Allâme

Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabaî'dir ki, ilk gençlik yıllarından

itibaren Kur'ân'ın hizmetine girmiş, bütün bir vücuduyla

Allah'ın kelâmıyla tanışmış, bereketli ömrünün acı, tatlı bütün anlarında

Kur'ân'la birlikte olmuş, Kur'ân'dan ilham almış, ilim dünyasında

baş gösteren gelişmelere Kur'ân-ı Kerim'in derin öğretileriyle

yaklaşmış, çözümü için elinden gelen gayreti göstermiş ve

sonuçta "el-Mîzân" gibi büyük bir tefsiri ortaya koymuştur.

Merhum Üstat, el-Mîzân'da akait, ahlâk ve davranışlarla ilgili

söz konusu edilmiş hemen her meseleyi çok azı dışında şöyle veya

böyle incelemiştir. Kısaca belirtmek istersek el-Mîzân, bir müfessir

ve Kur'ân üzerinde araştırma yapan herkes için değerli bir

Kur'ân ansiklopedisidir. El-Mîzan'ı çeşitli boyutlarıyla tanımak isteyenleri

tefsirin kendisini okumaya davet ederken Üstat Allâme

Tabatabaî'nin (r.a) tefsir metoduna burada kısaca değinmek

istiyoruz.

 

Kur'ân-ı Kerim'de tecelli eden yüce Allah, kendi kelâmını "apaçık

bir nur" ve "her şeyi açıklayan" olarak tanıttığı hâlde belirsiz

ve karanlık noktalarının bulunduğunu, içeriğinin açık olmadığını

tasavvur etmek mümkün değildir.

 

İnsanlığın mutluluğu için gerekli ilim ve kanunların açıklayıcısı

olan Kur'ân-ı Kerim'in kendisinin açık olmaması mümkün olmadığı

gibi, "insanlara yol gösterici" olarak indirildiği hâlde başka bir

yol gösterici tarafından açıklanma gereksiniminin bulunması da

mümkün değildir. Dolayısıyla Kur'ân'da, kendisinden başka kaynakla

bilmemizi gerektirecek müphem, kapalı hiçbir konu yoktur.

Işık, ancak ışığın kendisiyle görülebilir. Zatı itibariyle beyyin, açık

olan, ancak kendisiyle bilinebilir ve başka şeyler onun aracılığıyla

açıklanabilir.

 

Öyleyse Kur'ân'ı, Kur'ân'ın kendisiyle bilmek gerekir. Kur'ân-ı

Kerim'in apaçık ayetlerinden birine göre, onun saklı ve gizli bilgilerinin

derinlik ve yüceliklerini "temizlenmiş olanlardan başkası"

kavrayamaz. "Temizlenmişleri" ise Kur'ân'ın kendisi açıkça tanıtmıştır.1

Kur'ân-ı Kerim'in apaçık ayetlerinin ayrı birinde de, "Peygamber

size ne verdiyse onu alın; size neyi yasakladıysa ondan sakının."2 buyurur.

Yine "Sana da bu zikri (Kur'ân'ı) indirdik ki, kendilerine indirileni

insanlara açıklayasın..." diye buyurur. Bu ayet de açıkça

Resulullah'ı (s.a.a) Kur'ân'ın hudut ve ayrıntılarını açıklayıcı olarak

tanıtır.

 

Kendisi apaçık nur olan Kur'ân-ı Kerim, hiçbir şüpheye yer bırak-

mayacak şekilde Resul-i Ekrem'i (s.a.a) ve onun pak Ehlibeyti'ni,

içerdiği öğretileri, kanunları ve diğer bilgileri anlamak için

başvurulacak merci olarak tanıtmıştır. Böylece hüccet-i bizzat olan

Kur'ân, Masumların sözleri ve davranışlarını (sünnet) da hüccet

kılmıştır. Bu nedenle Masumların sünnetinden bağımsız olarak, i-

----------

1- Ahzâb, 33

2- Haşr, 7

 

lâhî hükümlerin bütün boyutlarını açıklamak ve Kur'ân öğretileriyle

gerektiği gibi tanışmak mümkün değildir. Çünkü Kur'ân'ın ayetleri

birbirleriyle öyle bir ahenk ve insicam içerisindedirler ki, bir

ayeti diğer ayetlerden bağımsız olarak yorumlamak mümkün değildir.

Bu yüzden Kur'ân-ı Kerim'i bir bütün olarak göz önünde tutarak

ilgili ayete anlam kazandırmak gerekir. Ayetler arasında inceleme

konusu ayetle ilgili tefsiri doğrulayan veya kanıtlayan ayetler

varsa nazar-ı dikkate alınmalı, aksi takdirde başka ayetlerin

anlamlarıyla çelişki oluşturmayacak biçimde tefsir edilmelidir.

Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de hiçbir şekilde ihtilâf ve çelişki

bulunamaz. "Eğer Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı,

onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı."1

 

Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerim, aklî kanıt ve burhanlara da açıkça

değer verir ve kendisi de ilâhî öğretilerin açıklanmasında kesin deliller

gösterir. Böylece Kur'ân'ın kendisi, aklın bağlayıcı hüccet olmasının

da delilidir. Aklî kanıt ve burhanlar olmaksızın ayetleri

manalandırmak, aralarındaki ilişkiyi bulup kurmak imkânsızdır.

 

Bu kısa açıklamadan sonra Üstadımız Allâme Tabatabaî hazretlerinin

tefsir metodunu tanıtmak kolaylaşmış olur.

Fıkıhla ilgili ayetleri tefsir edenler, Kur'ân'dan fıkhî bir hükmü

çıkarmak amacıyla mukayyet ayetleri, mutlak ayetlerin takyidi için

delil olarak gösterir, bunun gibi hass (tek bir ferde delâlet eden)

ayetleri, âmm (bütün fertleri kapsayan) ayetlerin tahsisine

senet olarak alırlar. Aynı şekilde mücmel (kapalı) ayetleri,

mübeyyen (açık) ayetlerle açıklarlar. Fıkıh ve usul-ü fıkıh ile ilgili

tüm konularda aynı metottan yararlanarak fıkhî hükümleri çıkarırlar.

Kur'ân'ın edebî tefsirine ağırlık verenler; hakikat, mecaz, fesahat,

belâgat ve istiare sanatlarından hareketle edebî bir hükme

varmak isterken ilgili kelime veya cümlenin geçtiği ayetlerin bütününü

incelemeye tâbi tutarak kullanılış, delâlet, takdim, te'hir,

hasr, şart ve benzeri sanatlar yardımıyla edebî incelikleri ortaya

çıkarırlar.

----------

1- Nisâ, 82

 

Kur'ân kıssalarını yazanlar, ilâhî sünnetleri, tarihî kuralları ve

peygamberlerin siyerini Kur'ân'dan çıkaranların metodu, bir kelime

ve-ya cümlenin hangi ayet ve surelerde geçtiğini araştırarak bunların

bütününden kendi ihtisas dallarına uygun hükmü çıkarmak

ekseni etrafında dönüp dolaşır.

 

Yukarıdaki işaret edilen tefsir metotları, el-Mîzân'dan önce varolduğu

gibi, el-Mîzân'dan sonra da yaygınlaşmıştır. Ancak bunlardan

hiçbiri, el-Mîzân'a özgü "Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsiri" metodu gibi

değildir. Çünkü adı geçen yöntemlerin çoğunun ana sermayesi,

"el-Mu'-cem" tarafından kolayca temin edilir. Müfessir, el-

Mu'cem'den rahatlıkla çıkarılabilen kelimeler veya cümleleri kavrayarak

bunlar üzerinde etraflıca düşünce yürütmek suretiyle

varmak istediği hedef ve hükme ulaşır.

 

Eski tefsirlerde yer alan Masumların hadislerinde de yer yer

görülen el-Mîzân'a has bu metodun karakteristik özelliği, Kur'ân'ın

anahtar ve kök niteliğindeki ayetlerinin tespit edilip tanınmasından

ibarettir. Anahtar ayetler ışığında öteki ayetlerden birçoğunun

kapıları açılmakta, bu Tûba ağacının kökü mesabesindeki ayetlerin

tanınmasıyla dallar niteliğindeki ayetlerin nereden, hangi yoldan

beslendikleri su yüzüne çıkarılmaktadır. Bu keşifte artık birbirine

benzer kelime ve cümleler söz konusu olmadığı için fihristler,

sözlükler ve "el-Mu'cem" işlerliğini yitirmişti. Burada artık, "Gaybın

anahtarları, O'nun yanındadır..." (En'âm, 59) sütununa sarılarak

namahremlerin yüzüne kapalı olan anahtar ayetler sayesinde düğümler

çözülür. Ancak bu sayede Kur'ân-ı Kerim'in her yanı, açık

ilâhî kapılara dönüşür ve dalları besleyen kök ayetlerle Kur'ân'ın

batınlarını açıp gözler önünde seren anahtar ayetler ötekilerinden

ayırt edilebilir.

 

Burada hatırlatmamız gerekir ki Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsiri ile

kesin olarak yasaklanmış Kur'ân'ın Kur'ân'a vurulması metodu

hüküm ve konu itibariyle birbirinden tamamen farklı şeylerdir.

Ahenk içerisinde bir bütün olan Kur'ân ayetlerini, birbirlerinden

ayırmak suretiyle birbirine vurmak; örneğin, nasih ile mensuh

arasındaki bağı koparmak, nasihe dikkat etmeksizin mensuhla

hükmetmek, mukayyet ile mutlak arasındaki takyidi göz ardı etmek,

ayetin evveli ile sonu arasındaki ilişkiyi dikkate almamak,

bunların hepsi tek bir bütün olan Kur'ân'ın öğelerini birbirinden ayırmak

ve kendi reyine göre tefsir etmek anlamına gelir. İşte bu

insanın küfre gitmesine sebep olan şeylerden biridir.

Merhum Şeyh Saduk, üstadı İbn-i Velid'den "Kur'ân'ın bir kısmının

diğer kısmına vurulması insanı küfre götürür."1 diye İmam

Sadık'tan (a.s) aktarılan hadisin hangi manaya geldiğini sormuştur.

Üstadı cevaben şöyle demiştir: "Kur'ân'ı birbirine vurmak, birisinin

senden bir ayetin tefsirini sorduğunda başka bir ayetin tefsiriyle

ona cevap vermendir."

 

 
  27.12.2009 212676 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol